Eylül 2017 için arşiv

24. Adana Film Festivali İzlenimleri – 3. Gün: The Beguiled, İşe Yarar Bir Şey, Murtaza

The Beguiled:

beguiled

Sofia Coppola, sevdiğim bir yönetmen, bir de elde Cannes Film Festivali’nden alınmış en iyi yönetmen ödülü olunca The Beguiled’den beklentim epey yüksekti. Üstelik fragman da son derece heyecan vericiydi. Sonuç ne yazık ki bu beklentileri karşılamadı. Kötü film değil belki ama uzun süre hafızalarda yer edecek bir film de değil.

The Beguiled, Amerikan iç savaşında geçen bir öyküyü ele alıyor ama iç savaşı arka planda bir motif olarak kullanıyor. Esas derdi, sadece kadınlardan oluşan bir ortama yakışıklı bir erkek girdiğinde neler olur? İç savaş döneminde genç kızların eğitim gördüğü bir okulda sadece 5 öğrenci, 1 öğretmen ve okulun sahibi Bayan Martha (Nicole Kidman) kalmıştır. Bir gün ormanda yaralı bir düşman askeri (Colin Farrell) bulunur. Onu iyileştirip, askerlere teslim etmeyi düşünürken yanlarında misafir olarak ağırlamaya karar verirler.

Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir öyküyü, senaryoyu da kendi yazmış olan bir kadın yönetmenin elinden izliyorsak farklı açılımlar beklerdim. İlk anda akla gelebileceği üzere tüm kadınlar, yakışıklı düşman askerinden etkileniyor ve onun etrafında pervane oluyorlar. Henüz işin cinsellik yönünü çok düşünmeyecek kadar küçük olanlar bile kendilerini ona beğendirmeye çalışıyorlar. Bu beğendirme çabasının ilk aşamalarının küçük ayrıntılar ile başlaması başarılı aslında ama kadınların birbirleri ile çatışmaları biraz fazla uzatılmış gibi. Filmin kırılma noktasından sonra yaşananlar ise çok hızlı gelişiyor ve seyirciyi hiç şaşırtmıyor. Üstelik fragmanda da neler olduğu/olacağı neredeyse tamamen verilmiş.

Filmin mekân ve kostüm tasarımları, beklenebileceği gibi çok iyi. İyi çekilmiş sahneleri de yok değil (mesela yemek sahnesi). Ama toplamda beklenen tatmin duygusunu vermiyor. Filmden birkaç dalda Oscar adaylığı beklentim vardı. Başka bahara demek zorunda kaldım.

İşe Yarar Bir Şey:

işe-yarar-bir-şey-3

Pelin Esmer’in, 11’e 10 Kala filmi benim için çok özel bir filmdir. Bu nedenle İşe Yarar Bir Şey, bu yılki festivalin merakla beklediğim filmlerinden biriydi. Üstelik bu kez işin içinde Barış Bıçakçı gibi önemli bir edebiyatçı da vardı. Film, bir tren yolculuğunda tanışan iki kadının hikâyesini anlatıyor. Leyla (Başak Köklükaya), yıllar sonra lise arkadaşlarıyla buluşmaya giderken, genç hemşire Canan (Öykü Karayel) ise bir iş görüşmesine gidiyor. Filmin ilk yarısı trende geçerken, ikinci yarısı Leyla’nın lise buluşması ve Canan’nın iş görüşmesi ile geçiyor (yani tam öyle değil de filmin gelişmelerini ele vermeyelim şimdi).

Filmin en etkili kısımları trende geçen kısımlar. Leyla ve Canan’ın birbirini tanıma çabası, kendilerini ya da amaçlarını en başta karşı tarafa tam olarak açamazken yavaş yavaş rahatlamaları, sadece trende gördükleri ve görecekleri insanların hayatlarına teğet geçmeleri çok iyi verilmiş. Filmin sinemasal anlamda en güçlü olduğu yerler de buralar. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki camlar arkasından gözlemlenen hayatları verirken gözümüze sokmadan ince ince çalışmış. Trenden inildikten sonraki bölümde ise film gücünü yitiriyor. Filmin tümünde, arka planda bir edebiyatçının olduğu hissediliyor ama sanki tren sonrası bölümde film Pelin Esmer’in olmaktan çıkıp Barış Bıçakçı’nın ellerine teslim oluyor. Söyleşi kısmında, filmin tamamen trende geçmesini düşünmüş müydünüz sorusu da geldi. Bence de olabilirmiş. Ama bu haliyle de kötü film değil kesinlikle.

Oyuncular için de birkaç kelam etmeli. Başak Köklükaya’yı sinema perdesinde izlemeyi özlemişiz gerçekten. Kimi zaman o edebi yapıya kendisini fazla kaptırıyor ama senaryonun talep ettiği de bu zaten. Onu başarılı bir genç oyuncu olarak alkışlarken bir anda sinema perdesinden uzaklaştı ve bir süre görülmedi. Umalım ki bu film, yeni projelerin başlangıcı olur. Öykü Karayel ise Köklükaya’nın yanında ezilmeyen bir performans ortaya koymuş. Özellikle ne yapacağını bilemeyen tedirgin halleri çok iyi. Onu da dizilerden çok sinemada görmek isteriz.

Murtaza:

murtaza

Murtaza, bir köyde gözleri görmeyen karısı ile birlikte yaşayan yaşlı bir adamın hikâyesi. Düğünlere, çeşitli etkinliklere yemek hazırlayarak, küçük tarlalarındaki kayısıları toplayarak hayatlarını idare ettirmeye çalışıyorlar. Çocuklarını İstanbul’a göndermişler ve onlardan pek de haber almıyorlar. Aslında Murtaza, karısının görme engelini de kullanarak kendilerine o küçük evlerinde güvenli bir bölge kurmuş ve oradan mümkün olduğu kadar dışarı çıkmıyor, dışardan da içeriye kimseyi almıyor. Film ilerledikçe anlıyoruz ki, bu adamın geçmişinde kendisinin bile utandığı, belki unuttuğu, belki unuttuğunu sandığı sırlar var.

Özgür Sevimli, bu ilk filminde kendisi için çok özel bir yer taşıyan bir hikâyeyi anlatmış. Filmin söyleşisinde Murtaza’nın onun dedesi olduğunu öğrendik. Yıllar önce bu konuda bir belgesel de çekmiş zaten. Anlattığı hikâyeye uyacak şekilde, minimal bir anlatım tarzını benimsemiş. Görkemli sahneler yok ama ışığın çok iyi kullanıldığı birkaç sahne var. Deneyimli oyuncular Cezmi Baskın ve Meral Çetinkaya da başarılılar.

Filmin ödül şansı olur mu bilemiyorum ama yönetmen Özgür Sevimli, Adana Film Festivali’nden her durumda mutlu ayrılacak sanırım. Festivalde yer alan üç filmin ekibinde yer alıyor. Bu filmin yönetmeliği dışında, Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok ve Sofra Sırları filmlerinde de yardımcı yönetmenlik yapmış.

24. Adana Film Festivali İzlenimleri – 2. Gün: Patti Cake$, Taş, Kar, Derin Sular

Patti Cake$:

patticakes

Patti, Amerika’nın küçük bir kasabasında yaşayan, annesiyle sorunlar yaşayan, kilolu, genç bir kız. Hayattaki en büyük tutkusu ise rap müzik. Çok iyi sözler yazıyor, bunları bizim âşık atışmalarını hatırlatan rap müzik kapışmalarında çok iyi kullanıyor. Hayali, elbette bir gün bu kasabadan çıkıp ünlü olmak. Önünde de bir rap müzik yarışması var. Annesi de bir zamanlar bir rock grubunda şarkıcılık yapıyormuş. O da zaman zaman geceleri kendini barlara atsa da hayatının çoğunu evinde geçiriyor.

Patti Cake$, bağımsız sinemanın anlatmayı çok sevdiği temaları karşımıza getiriyor. Küçük bir kasabada çıkışsızlık içinde yaşayan insanlar, karşısına şans çıkarsa kendini kurtarabilecek yetenekte bir karakter ve onu aşağı çekmeye çalışan zincirleri. Elbette aile sorunları da işin farklı bir katmanı. Müzik videoları ile tanınan yönetmen Geremy Jasper, bu bildik temaları rap müzik ile harmanlayarak iyi bir iş çıkarmış ve seyirci dostu bir film yapmış. Patti’nin gerçek yaşamı ile hayal dünyasını iç içe geçirmesi de iyi bir fikir. Ancak filmden keyif almak için rap müziğe de bir ilginiz olması gerekiyor. Kişisel olarak çok yakın olduğum bir müzik türü olmadığı için işin o kısmı biraz sorunluydu. Yine de finaldeki performansın insanın kanını kaynattığını itiraf etmem gerek. Hemen aşağıda filmdeki şarkılardan biri var. İzleyip/dinleyip filmi sevip sevmeyeceğinize karar verebilirsiniz.

Patti’yi canlandıran genç oyuncu Danielle Macdonald, gerçekten başarılı. Finalin bildik klişelere teslim olmamasını da filmin artıları arasında sayabiliriz.

Taş:

tas

Orhan Eskiköy’ün Taş filmi, bu yılki Adana Film Festivali’nin programındaki ilk ulusal yarışma filmiydi. Film, belirsiz bir zaman ve mekânda geçiyor. Anne-baba ve kızlarından oluşan bir aileyi tanıyoruz. Bir erkek çocukları da varmış ama küçük yaşta kaybolmuş. Geçmişte neler yaşandığını tam olarak bilmiyoruz ama anne, bu durumdan babayı sorumlu tutuyor. Günün birinde kapılarının önünde bayılmış genç bir adam buluyorlar. Anne, onun kaybolan oğlu Hasan olduğuna inanıyor, baba çok emin değil, çocuk ise adının Selim olduğunu söylüyor. Ama bu annenin inancını değiştirmeye yetmiyor. Bir de ortada Selim/Hasan’ı arayan bir memur var.

Peşin peşin şunu söylemeliyim, daha önce gösterildiği festivallerde Taş çok iyi eleştiriler almamıştı. İzledikten sonra biraz haksızlık edildiğini düşündüm. Orhan Eskiköy sorular soran ama cevapları ele vermeyen, biraz kapalı, biraz da seyircinin filmden çıkartabileceği anlamlara sırtını yaslayan bir film yapmış. Ama sinema duygusu yerli yerinde ve kendisini izlettiriyor. Memur karakteri ya da tiplemesi üzerinden getirdiği otorite ya da devlet eleştirisi bir yana, filmin esas derdi inanç kavramı. Filmin başlarında ufak ufak adı anılmaya başlayan bu kavram, film ilerledikçe ağırlığını hissettiriyor. Film, farklı konular üzerinden dönüp dolaşarak sürekli olarak inanç mevzusuna dönüyor. O gencin Hasan ya da Selim olduğuna inanmak, duvarın gücüne inanmak, ortada bir define olduğuna inanmak vs. vs. Eskiköy, söyleşide kendisinin de belirttiği gibi Taş kavramını da birkaç farklı şekilde kullanmış. Kimi zaman mistik gücü olan bir duvarın parçası, kimi zaman sıradan bir yapının bir parçası, bazen de bir silah.

Soruları sorup, cevapları açıkça vermemenin yönetmenin bilinçli bir tavrı olduğunu söyleşide Selim/Hasan karakterini canlandıran Ahmet Varlı’nın bir cevabından da anladık. Bu karakterin geçmişi ile ilgili çekilmiş bir sahne varmış. Bu sahne bazı sorulara açıklık getirebilir, en azından karakterin kim olduğunu netleştirebilirmiş ama sonradan çıkarılmış. Belki de yönetmen, bu ve benzeri konularda, filmin temasından da hareketle, seyirci neye inanıyorsa gerçeğin o olduğunu düşünmemizi istemiş.

Neticede Taş, zor ve çaba isteyen bir film ama kötü bir film değil. Yakın zamanda gösterime de girecek. Şans verilmeli derim.

Kar:

Snow-1

Kar, bu seneki festivalin sürprizlerinden biri. Çok fazla bir beklentimiz yokken karşımıza çıktı ve seyirciyi çarpıp geçti. Film, Antalya’da yaşayan bir grup lise öğrencisinin hayatına odaklanıyor. Bu gençler uzaktan baktığımızda pek çok kişinin, kim bu serseriler diyeceği, hatta pek de yanlarına yaklaşmak istemediğimiz tipler. Okulda kavga çıkarıyorlar, sokakta sağa sola bulaşıyorlar, bol bol alkol ve uyuşturucu kullanıyorlar ve ağızları çok bozuk. Tüm bu gençler aynı zamanda, sosyal sınıf olarak da altlarda yer alıyorlar. Film, girişinde bu karakterleri bize tanıtmadan nedensiz şiddetlerini karşımıza getirerek ilk anda bir şok etkisi yaratıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu anlarda karakterler fazla abartılı, film de itici geldi. Ancak karakterlerden birinin Bolu’dan gelen ve orta/üst sınıfa mensup, “temiz bir çocuk” olan erkek kardeşi Ali olaya dâhil olunca biz de onunla beraber bu grubu tanımaya başlıyoruz, onları seviyoruz, sevmesek bile onları anlıyoruz. Giderek bu grubun içine giren Ali, yavaş yavaş onlardan biri oluyor ve olaylar gelişiyor.

Yönetmen Emre Erdoğdu, gerçekten güçlü karakterler ve güçlü bir öykü kurmuş. Ülkemizden çok fazla iyi gençlik filmi çıkmıyor diyoruz zaman zaman. Son yıllarda gençlik komedilerinin düzeyinde bir artış olmuştu. Kar da gençliğin bir kesimine bir yandan çok sert, bir yandan da dürüst bir bakış. Genç oyuncu kadrosunun hemen hepsi çok iyi ve doğal. Hikaye gereği, Müzeyyen’i canlandıran Hazar Ergüçlü, bir adım önde. Kendisini yakın zamanda, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nda da göreceğimizi düşünürsek iyi bir yönde ilerlediğini söyleyebiliriz. Onun dışında çetenin başı diyebileceğimiz Hazerhan rolünde Halil Babür de son derece başarılı.

Kar, gösterime girebilecek mi bilemiyorum ama girerse 18+ sınırlandırması alacağından eminim. Günümüzün koşullarında, televizyonlarda yayınlanması da neredeyse imkânsız. Bu nedenle karşınıza çıkan festivalde izleyin derim.

Derin Sular (Submergence):

submergence_01

Wim Wenders, pek çok filmini sinema tarihinin en iyileri arasına alabileceğim bir yönetmen. Ne yazık ki yakın dönemdeki kurmaca filmleri çok fazla sevemedim. Submergence da bu fikrimi değiştirecek bir yapım olmadı.

Submergence, karşımıza farklı farklı yerlerde kendileri ile baş başa kalan iki karakteri getiriyor. James McAvoy’un canlandırdığı James More, köktendinci teröristler tarafından ışık bile görmeyen bir odada tutsak edilmiş durumda. Alicia Vikander’in canlandırdığı Danielle Flinders ise bilimsel bir çalışma için, denizin ışık bile sızmayan kapkaranlık bir katmanında tek başına. Bu iki karakter bir süre önce Fransa’da bir sahil otelinde tanışıp çok büyük bir aşk yaşamışlar ve bugün bulundukları durumlarda kendilerini hayata bağlayan da o aşk oluyor. Filmin temel sorunu da burada ne yazık ki. O aşk bir türlü inandırıcı olamıyor. Artık McAvoy ve Vikander’in kimyası mı tutmuyor diyelim, aralarındaki hikâye ve yakınlaşmaları inandırıcı mı değil diyelim bilemiyorum ama olamıyor. Bu durumda filmin, iki karakterin içinde bulundukları durumlar arasında kurmaya çalıştığı paralellikler de havada kalıyor.

Filmin bir diğer önemli boyutu da James More karakterinin kendisini kaçıranlar ile kurduğu iletişim. Bu konuda Wim Wenders’in kötü Müslüman teröristler ve kahraman İngiliz adam klişesini kullanması beklemezdim zaten. Nitekim o tuzaktan kaçıyor. Özellikle Reda Kateb’in canlandırdığı Saif karakteri ile olaya doğru yerlerden yaklaşıp doğru sorular soruyor. Ancak kimi zaman, özellikle doktor karakteri ile kurulan diyaloglar yeterince doyurucu değil.

Wenders, bir aşk hikâyesi içinde önemli bulduğu konuları ele almaya çalışmış. İzlediğime pişman değilim ama sanırım kendisine belgesellere devam et üstad, diyeceğim.

24. Adana Film Festivali İzlenimleri – 1. Gün: Kardaki İzler, Mutlu Son

Kardaki İzler (Wind River):

wind_river

Taylor Sheridan’ı kimi dizilerdeki oyunculuklarını bir kenara bırakırsak, çoğunlukla Sicario ve Hell or High Water’ın senaryolarını yazan kişi olarak tanıyoruz. Hatta Hell or High Water’ın başarılı senaryosu ile Oscar adayı da olmuştu. Sheridan’ın 2011 yapımı, çok bilinmeyen bir yönetmenlik denemesi de var. Bu nedenle, bu başarısı sonrasında tekrar yönetmenliğe yönelmesi şaşırtıcı değil.

Sheridan bu filminde yine bir suç hikâyesi anlatıyor. Jeremy Renner tarafından canlandırılan ve hayatını, dağlarda vahşi hayvanları avlayarak kazanan Cory, bir gün dağlarda Kızılderili genç bir kızın donmuş bedenini buluyor. Olayın cinayet olma şüphesi üzerine bölgeye bir FBI ajanı çağırılıyor. Gelen ajanın deneyimsiz bir kadın (Elizabeth Olsen) olması bölgedekileri hayal kırıklığına uğratıyor.

Bir cinayeti çözmek için erkeklerin arasına gönderilen genç FBI ajanı teması, ilk anda Kuzuların Sessizliği’ni akla getirse de film o yolda gitmeyerek, genç ajan Jane’i olayın çözümü yolunda öne çıkartmıyor. Filmin hikâye olarak esas yükü Cory karakteri üzerinde. Zaten giderek rahatsız edici olan da bu oluyor. Cory hem çok iyi bir iz sürücü, hem bütün delilleri çok iyi değerlendiriyor, hem her attığını vuruyor, hem de bire bir kavgada çok başarılı. Adeta bir süper kahraman, Jeremy Renner’ın oynadığını düşünürsek, adeta Hawkeye. Jane karakteri daha çok onun geçmişindeki benzer bir acıyı ortaya çıkarmak için kullanılıyor, biraz da ufak bir romantizm unsuru. Ama neyse ki bunda çok ileri gidilmemiş.

Aslında Sheridan, dondurucu bir soğukta yaşayan insanların psikolojisini, o ortama dışardan gelenlerin her durumda yabancı olarak kalacakları duygusunu iyi vermiş. Bu yalnızlık ve izole edilmişlik duygusu üzerinden gelişen yerler gayet iyi. Ancak kimi zaman işi Hollywood aksiyonu noktasına taşıyor ki oralarda tökezliyor ve sıradanlaşıyor. Finaldeki çözüm de ilk anda etkileyici olsa da üzerinde bir süre düşününce benzerlerini gördüğümüz bir fikir olduğunu hatırlıyorsunuz.

Neticede Wind River kötü film olmamakla beraber, Hell or High Water düzeyinde de değil. Nick Cave ve Warren Ellis’in müziklerinin her zamanki gibi birinci sınıf olduğunu da not olarak düşelim.

Mutlu Son (Happy End):

happy_end

Haneke’nin Mutlu Son isimli bir film çekmesi bile başlı başına bir ironi. Daha en baştan onun karakterleri için bir mutlu son yazmayacağını biliyoruz. En azından çoğunlukla kullanıldığı anlamda. Belki de belli bir açıdan bakarsanız, Amour ve Yedinci Kıta gibi filmlerin finallerini mutlu son olarak görebilirsiniz.

Haneke bir kez daha sevdiği oyuncularla, sevdiği temalara dönüyor. Karşımızda Haneke’nin anlatmayı çok sevdiği ama bir kurum olarak hiç hoşlanmadığını hissettiğimiz üst sınıftan burjuva bir aile var. Bu aile zaten kendi içinde sorunlar yaşarken, aileye babanın eski eşinden olan kızının da dâhil olması ile işler daha da karışıyor. Ya da belki de bazı noktalarda zaten kaçınılmaz olan olayları hızlandırıyor diyelim.

Haneke bu filmde sevdiği temaları işliyor dedik, aynı zamanda sevdiği ve daha önce kullandığı şekillerde işliyor. Filmin girişinde uzun süre cep telefonu kameralarından ve güvenlik kameralarından görüntüler izliyoruz. Bunların arasında bir çocuğun evcil hayvanı üzerinde yaptığı bir deney de var. Ana karakterlerimizden biri kim olduğunu bilmediğimiz biri ile yazışıyor. Bir başka ana karakterimiz yaşlı ve hasta. Televizyonlarda göçmenler ile ilgili haberler dönüyor fakat kimse bunlarla ilgilenmiyor. Önceki Haneke filmlerini düşündüğümüzde bu ve benzeri detayların hepsini gördüğümüz filmler aklımıza geliyor. Bu nedenle film her haliyle bir Haneke filmi olduğunu hissettirirken, bir yandan da bir tekrar hissi uyandırmaktan kaçamıyor. Elbette belli bir gizem ve gerilim duygusu da oluşturuyor ama eski Haneke olayları çok daha sert bir noktaya taşırdı demekten de kendimizi alamıyoruz. Bildiğimiz Haneke tüm aileyi tüketen bir “mutlu son” yazardı. Buradaki son ise biraz etkisiz kalıyor. Ayrıca Haneke gençlerin teknolojiyi kullanmasına bir eleştiri getirecekse bunu daha orijinal bir şekilde yapmalıydı bence.

Her Haneke filmi seyre değerdir diyelim ama Mutlu Son’un usta yönetmenin en iyi filmlerinden biri olmadığını da söyleyelim. Yine de kendi adıma bazı Haneke filmlerini, demlendikçe daha çok beğendiğimi de unutmuyorum (örnek: Beyaz Bant). Belki bu da öyle olur.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.428 hits
Eylül 2017
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: