Kaygı (Inflame):
Bu sene Berlin’de Türkiye’den hiç film olmayacak mı acaba diye düşünürken Ceylan Özgün Özçelik’in nicedir beklediğimiz filmi Kaygı’nın Panaroma bölümünde yer aldığı haberi bizleri sevindirmişti (İngilizce adı ile Inflame). Filmimizin ana karakteri Hasret (Algı Eke) bir televizyon kanalında belgesel kurgusu yapıyor ama yeni patronu onu haber kurgusuna veriyor. Ama Hasret haber kurgusu yaparken hiç de özgür değil. Politikacıların ve işadamlarının konuşmalarını ya da ülkede gerçekleştirilen muhalif eylemleri yukardan gelen emirler doğrultusunda kurgulamak durumunda. Yukardan gelen emirler de elbette ülkenin her konuda ne kadar ileri gittiği, iktidarı eleştirenlerin ise ne kadar yanlış yolda olduklarını vurgulayacak bir kurgu yapılması yönünde. Hasret bunu içine sindiremezken bir yandan da tek başına kaldığı evinde duyduğu seslerle, geçmişin izleriyle uğraşmak zorunda. Acaba yıllar önce bir trafik kazasında ölen anne ve babasının hikâyesi onun bildiğinden/hatırladığından daha farklı mıdır?
Ceylan Özgün Özçelik, yıllarca medyanın içinde de yer alan bir isim bildiğimiz gibi (sinema meraklıları, En Heyecanlı Yeri programını hatırlayacaklardır). Bunun da etkisiyle olsa gerek, hem medyanın, hem de günümüz Türkiye’sinin durumunu çok iyi yansıtmış. Manipüle edilen haberler, birbirinin aynısı manşetlerle çıkan gazeteler, bir şantiye alanına dönüşmüş olan İstanbul ve daha niceleri. Bir yandan da ülkenin nasıl bir toplumsal unutkanlık halinde olduğunun da altını çok iyi çiziyor. Hasret’in unuttuğu olay sadece onun değil, tüm ülkenin unuttuğu bir olay (filmin gizemini yok etmemek için bu olayın ne olduğunu yazmayacağım şimdilik ama film ülkemizde gösterime girdiğinde konuşulacaktır mutlaka).
Tüm bunlar filmin artıları. Benim kafamda olan tek soru, bizim çok net anladığımız bu göndermelerin yurtdışında anlaşılıp anlaşılmayacağı oldu. Ancak söyleşide de belirtildiği gibi, bazı şeyler dünyanın neresine giderseniz birbirine benziyor, farklı dönemlerde de olsa her ülke benzer dönemlerden geçiyor gerçekten. Yine de finaldeki yazı biraz da Türkiye’deki malum olayı bilmeyenler için yazılmış diye düşünmeden edemedim (yine spoiler vermemek için açıkça yazmıyorum). Yoksa biz neden bahsedildiğini çok net anlıyoruz elbette. O olayı bile unuttuysak, zaten Türkiye’nin geleceğinden umutlu olmak da çok zor olacak.
Ufak bir not daha. Filmin giderek kâbusa dönüşen atmosferinde, yan rollerde, hatta belki de figüran olarak demek daha doğru, bazı tanıdık isimleri görmek de aynı camiada olanların yüzünde ufak gülümsemeler yarattı doğrusu.
The Party:
Sally Potter, beş yıllık bir aradan sonra, Berlinale’nin yarışma filmlerinden biri olarak seçilen The Party ile karşımızda. Film, özel bir kutlama için bir araya gelen bir grup arkadaşın aralarındaki sırların tek tek ortaya dökülmesini anlatıyor. Bu konudaki filmler bir alt tür oluşturacak kadar fazla aslında. Potter, bu alt türe komedi unsurlarını ön plana çıkararak yaklaşmış. 71 dakika gibi kısa bir süresi olan filmde, salon pek çok kez kahkahalara boğuldu. Senaryoyu da yazan Potter, muhtemelen çok yakından tanıdığı İngiliz orta/üst sınıfının fertlerini çok iyi bir gözlem yeteneği ile perdeye yansıtmış. Politikacı bir kadın, onun hayattan ümidi kesmiş kocası, her şeye muhalif arkadaşları ve onun sürekli olarak yaşam koçu tadında yorumlar yapan kocası, lezbiyen bir çift ve para kazanmak daha genel olarak sürekli olarak kazanmak hırsı ile yaşayan bir adam. Bu karakterleri bir odaya toplamak, ortaya dökülen sırlar olmasa bile çok eğlenceli olabilirmiş.
Potter belki de en seyirci dostu olan bu filminde oyuncularından da çok destek almış. Kristin Scott Thomas, Patricia Clarkson, Timothy Spall, Bruno Ganz, Cillian Murphy, Emily Mortimer ve Cherry Jones’dan oluşan oyuncu kadrosunun her biri, tek tek övgüyü hak ediyor. Fakat film bir türlü bir tiyatro uyarlaması havasından kurtulamıyor. Tek mekân ve kısıtlı bir zamanda geçen bir hikayeye sahip olunca bu doğal belki ama yine de Potter açısından çok keyifli ama sabun köpüğü gibi bir film olmuş diye düşünmeden edemedim. Aynı kadroyu, aynı hikâyeyle tiyatroda izlemek müthiş bir keyif olabilirdi. Peki ortaya çıkan şey, iyi bir sinema olabilmiş mi? Ondan çok emin değilim.
Una Mujer Fantástica (A Fantastic Woman):
Yönetmen koltuğunda Gloria ile bağrımıza bastığımız Sebastián Lelio, yapımcılar arasında son dönemin en konuşulan filmlerinden bir kaçına imza atan Pablo Larraín ve Maren Ade olunca A Fantastic Woman, Berlinale’nin en merak edilen filmlerinden biri oluyordu hiç kuşkusuz. Film, yaşlıca bir adam ve ona göre daha genç olan sevgilisinin doğum günü kutlaması ile açılıyor. Tatil planları yapmakta olan çiftimizin mutluluğu, adamın ani hastalığı ve ölümü ile tümüyle bozuluyor. Görüyoruz ki ölen adamın ailesi geride kalan Marina’ya oldukça tepkili, polis de onun adının gerçek olup olmadığını sorguluyor bu arada. Tamam, evlenmeden bir beraberlik yaşıyorlar, arada yaş farkı da var ama yine de Marina’ya karşı alınan bu cephenin nedenini tam olarak anlayamazken bir anda seyirci olarak durumu fark ediyorsunuz. Çünkü Marina … (evet, filmin özetinde bu bilgi veriliyor aslında ama yine de açık etmek istemiyorum, filmi ilk defasında mümkün olan en az bilgiyle izlemek daha güzel).
Sebastián Lelio’nun ele aldığı karaktere yaklaşımı, onun yanında yer alışı tıpkı Gloria gibi çok sağlam. Üstelik bu kez, hem anlatım tarzı, hem de kamera ve renk kullanımı ile görsel olarak da çok daha etkileyici bir yapıma imza atmış. Yarışma filmlerinin çoğunu izlemediğim için ödül alır mı almaz mı bilemem ama (ki genel yorumlar yarışmanın iddialı filmlerinden biri olduğu yönünde) hem filmin, hem de başrol oyuncusu Daniela Vega’nın adını ilerleyen günlerde çok duyacağız. Bir kenara not alın. O gerçekten fantastik bir kadın.
Cuatreros (Rustlers):
Şunu kabul edelim ki, bazen festivallerde programınıza uyduğu için hakkında çok da bir şey bilmediğiniz filmleri izlemek durumunda kalabiliyorsunuz. İtiraf etmeliyim ki Albertina Carri’nin Cuatreros adlı belgeseli benim için böyle bir film oldu. Carri, Arjantin tarihinin yitik ama efsanevi kişiliklerinden biri olan Isidro Velázquez üzerine bir film yapmaya karar veriyor. Yıllar önce babası da bu konuda bir kitap yazmış ve film çekmiş ama diktatörlük döneminde hem babası yitmiş gitmiş, hem de film kaybolmuş. İşte Carri belki de yüzlerce arşiv görüntüsü içinden bir derleme yaparak hem kendi ailesinin, hem de Velázquez’in izini sürüyor.
Öncelikle söylemem gereken şey, filmin arkasında takdir edilmesi gereken çok büyük bir emeğin olduğu. Carri, gerçekten de çok detaylı bir çalışma yapmış. Ancak filmin içine girebilmek için seyircinin de oldukça çaba sarf etmesi gerekiyor. Bir defa, son derece kişisel bir tarafı olan bir film karşımızdaki. Yönetmenin anne ve babasının hikâyesi filmin önemli bir damarı. Filmin diğer damarı olan Arjantin tarihi ise ülke tarihini çok iyi bilmeyenler için havada kalıyor. Üstelik yönetmen, filmin büyük bölümünde perdeye aynı anda beş farklı arşiv görüntüsü yansıtınca hem o görüntüleri takip etmeye çalışmak hem de altyazı takip etmek mümkün olamıyor. Kısacası takdir ediyor ama pas geçiyorum dediğim filmlerden.
Barry Lyndon:
Ve işte yine beyazperdede görme şansı bulduğumuz bir klasik. Bu film de festivalin, kostüm tasarımcısı Milena Canonero’ya vereceği onur ödülü kapsamında gösterilen bir filmdi. Dün izlediğim Alien’da olduğu gibi zaten bir klasik olduğu için hakkında çok yorum yapmayacağım. Stanley Kubrick’in el attığı her türün en iyi örneklerinden birini verebilen bir yönetmen olduğunu gösteren bir film diyebiliriz genel olarak. Kişisel olarak her filmini sevdiğim Kubrick’in filmlerini sıraladığımda en üstte yer almaz belki ama yine de o sadece mum ışıklarının eşlik ettiği doğal ışıklarda çekilmiş sahneleri sinema salonunda izlemek bile büyük bir keyifti elbette.