Şantaj (Blackmail):
Gezici Festival bu yılki açılışını Hitchcock’un Şantaj filmi ile yaptı. Hem de canlı müzik eşliğinde. Çok keyifliydi gerçekten. Açılış ve kapanış törenlerinden çok hazzetmeyen biri olarak tam da istediğim gibi bir açılış oldu. Az konuşma, bol film. Hem de güzel bir film. Yıllar önce Blackmail‘in restore edilmemiş bir kopyasını izlemiştim. Yenilenmiş halini, hem de canlı müzik eşliğinde izlemek çok iyi oldu. Film, kendisine tecavüz etmek isteyen bir ressamı bıçaklayarak öldüren bir kadının polis olan erkek arkadaşı ile olaydan sıyrılma çabası ve olayı bilen birinin onlara yaptığı şantaj üzerine gelişiyor. Hitchcock daha o yıllarda (1929 yapımı bir filmden bahsediyoruz) nasıl atmosfer yaratacağını çok iyi bildiğini göstermiş. Zaten sessiz filmlerden gelen bir isim olduğu için gerilim yaratmada görselliği çok iyi kullanan bir isim olduğunu tüm kariyerinde belli ediyordu. Bu arada filmin bir sessiz, bir de sesli versiyonu olduğunu da belirtmeli. Biz sessiz versiyonunu izledik ama sesli halinde de sesi ilk kez kullandığı film olmasına rağmen bunu ustaca kullandığı söyleniyor.
Filmde ilerde Hitchcock’dan görmeye alıştığımız kimi numaralar da mevcut. Finalin tanınmış bir mekânın tepelerinde geçmesi örneğin. Tipik bir Hitchcock finali. Filmin başındaki polisin nasıl çalıştığını gösteren sahnede aynadan görünen yansıma, merdiven çıkma sahnesi ya da film boyunca defalarca görünen aynı tablonun bir süre sonra karakterlerin vicdanı rolünü üstlenip sürekli farklı çağrışımlar yapması gibi olaylar da ayrıca mest etti. Benzer şekilde cinayet sahnesinde bıçağa yapılan zoom ve filmin ilerleyen sahnelerinde herhangi bir sahnede, örneğin kahvaltı masasında, bıçak görülmesi ile tekrar olay anının çağrıştırılması da Hitchcock’un sessiz filmlerinde de stilini oluşturduğunun bir göstergesi idi (ki okuduğum yorumlara göre sesli versiyonda sesle de benzer bir etki verilmiş). Neticede hemen her Hitchcock filmi gibi hiç düşünmeden mutlaka izleyin diyebileceğim bir film Şantaj.
Yozgat Blues:
Takip ettiğim başka festivallerde sürekli kaçırdığım Yozgat Blues‘u nihayet Gezici Festival’de yakaladım. Ne de güzel bir filmmiş. Aldığı bol övgüye rağmen kafamda yine mi taşra, yine mi Ercan Kesal gibi sorular vardı. Ama akla getirdiği filmlerden farklı bir yerde duruyor Yozgat Blues. Film İstanbul’dan Yozgat’a küçük bir gazinoda çalışmak için gelen Yavuz (Ercal Kesal) ve Neşe (Ayça Damgacı) karakterlerini getiriyor önümüze. Yavuz yılların sanatçısı iken Neşe ise ilk kez onun yanında vokalistlik yaparak sahneye çıkıyor. Yozgat’ta yolları, berberlik yapan ama hayali bir kadın kuaförü açıp çoluk çocuğa kavuşmak olan Sabri (Tansu Biçer) ile kesişiyor. Ana hikâye filmin adıyla uyumlu olarak hüzünlü olsa da seyirciyi boğucu bir atmosfere hapsetmiyor. O hüznün içindeki mizahı buluyor denebilir. İşler kötü gittiğinde bile efendiliğini sonuna kadar koruyan, Neşe kendisine güvenip Yozgat’a geldiği için kendisini ondan da sorumlu hisseden Yavuz’un küçük bir gazinoda kimse kendisini dinlemese de inatla Fransızca şarkı söylemesi bile kendi içinde bir kara mizah barındırıyor. Bu arada filmde Yavuz’u sürekli aynı şarkıyı söylerken duymamız da güzel bir ayrıntıydı.
Kendisini tekrara düşer mi diye endişelendiğim Ercan Kesal, Yavuz rolünde yine çok iyi (her şeye rağmen bu hızla çalışmaya biraz mola vermesi gerektiğini düşünüyorum yine de). Diğer oyuncular da öyle ama filmin gizli yıldızı Nadir Sarıbacak bence. Müthiş bir sanatçıyım ben havasındaki Kamil karakterini o kadar ince ayrıntılarla donatmış ki arka planda gözüktüğü sahnelerde bile rol çalıyor. Zaten yan rollerde yer aldığı her filmde kendini gösteren bir isim Nadir Sarıbacak. Filmde sanatla uğraşan karakterlerin ben de sanat yapıyorum havasını uzaktan uzağa Boogie Nights‘a benzettim bu arada. Yanlış anlaşılmasın, elbette filmlerin dertleri çok farklı ama karakterlerin sanat ile ilişkileri açısından çağrışım yaptı.
Film sonrasında yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’la bir söyleşi vardı. Diğer salondaki filme yetişeceğim için sonuna kadar kalamadım ama birkaç kaç noktayı belirtmem gerek yine de. Bu tip söyleşilerde ilk soruyu soracak cesareti bulmak hep zor olur, insanlar sonradan açılır. Bu kez ilk soruyu soran kişinin filmi izlemeyip sadece söyleşiye katılan birisi olması, sorunun da “Neden Yozgat?” şeklindeki yönetmenin muhtemelen 1500 kez cevapladığı bir soru olması gerçekten bombaydı. Ablayı filmi izlemeden ilk soruyu sorma cesaretinden dolayı kutlamalı herhalde. Yönetmen cevabında Yozgat’ın modern taşrayı yansıtırken bir yandan da kimliksiz olmasının etkisi olduğunu vurguladı. Buna bağlı başka bir soruda da şehrin gözüktüğü anlarda bile genelde flu olarak gözüktüğü söylendi. Ayrıca Mahmut Fazıl Coşkun’un ilk filmi Uzak İhtimal’den de hareketle filmlerindeki dini göndermeler üzerine de konuşuldu.
Birdy:
Birdy‘yi yıllar önce, TRT’de yayınlandığında olay olduğu zaman izlemiştim. Gezici Festival sayesinde yeniden izlemek güzel oldu. Alan Parker’ın en verimli dönemlerinden bir film Birdy (daha önce de belirtmiştim The Wall ve Angel Heart arasında çekiyor bu filmi). Filmin başında bir klinikte tek başına bir hücrede kalan ve doktorların ağzından tek bir kelime bile alamadığı, bırakın kelime almayı “insanca” bir tepki bile göremedikleri Vietnam gazisi Birdy ile tanışıyoruz (gerçek adı hiçbir zaman söylenmiyor, arkadaşları kuşlara olan tutkusundan dolayı ona Birdy diyorlar). Doktorlar tedavi çabalarından bir sonuç alamayınca en yakın arkadaşı Al’i çağırıyorlar. O da savaştan yüzünün yarısını kaybetmiş bir şekilde dönmüş başka bir Vietnam gazisi. Film Al’in Birdy’den herhangi bir tepki alabilme çabalarıyla birlikte flashback’ler eşliğinde bu iki arkadaşın ilk tanıştıkları zamanlardan o güne kadar yaşadıklarını anlatıyor.
Hem Matthew Modine, hem de Nicolas Cage çok iyi oyunculuklar sergiliyorlar. Özellikle Nicolas Cage’in bir zamanlar ne kadar iyi filmlerde oynadığını hatırlamış oluyoruz. Bir yandan iki yaralı insanın (sadece fiziksel yaradan bahsetmiyorum) dostluğunu anlatırken bir yandan da sağlam bir antimilitarist film Birdy. Üstelik bunu yaparken kullandığı savaş sahnesi sayısı da oldukça az. Birdy karakterini filmin başında tıpkı çevresindeki diğer insanlar gibi seyircinin de garip bir tip olarak görürken Al karakteri ile birlikte adım adım ona yakınlık hissetmesi başarılı bir şekilde çözülmüş. Birdy’nin neden konuşmadığına dair cevabı ve tüm bir final sekansı ise unutulmaz (gerçekten de aradan geçen zamanda unutmadığım yerlerden ikisi bunlar). Alan Parker’ın pencerelerden giren ışıklar ile sürekli gökleri hatırlatan ve uçsuz bucaksız özgürlüğü vurgulayan görüntüleri, karakterler arasındaki acaba kuşlar bizi nasıl görüyor muhabbeti sonrasında bir anda göğe yükselen ve filmin belli yerlerinde kelimenin tam anlamıyla uçuşa geçen kamerası da müthiş. Filme çok iyi uyum sağlayan Peter Gabriel’in müziği de öyle. Festivalde bir gösterimi daha var. O gösterimi kaçırmayın derim. Olmadı televizyonda da zaman zaman yayınlanıyor. O da olmadı DVD’si de mevcut piyasada.
Çok iyi ya ayrıca blogunuzda çok hoş tüm sinemamanyaklari yönetimine teşekkürler.