Nefes (Atmen / Breathing):
Bu yıl Gezici Festival’de aslında oyuncu olarak tanıdığımız kimi isimlerin ilk yönetmenlik denemelerine şahit olduk. Karl Markovics de bu isimlerden biri. En çok Kalpazanlar filmi ile tanınan ama kariyerinde özellikle televizyon yapımları olmak üzere pek çok farklı iş bulunan aktör, Nefes filminde hem yönetmen hem de senaryo yazarı olarak yer alıyor.
Nefes, işlediği suçlardan dolayı ıslahevinde kalan bir gencin yaşamına götürüyor bizi. Daha bebekken annesi tarafından terkedilen Roman, dışarıda bulduğu işlerde çalışarak para kazanma şansına sahip. Ama bir türlü bir işte dikiş tutturamıyor. Günün birinde Viyana şehir morgunda bir iş buluyor ve ölülerle ilgilenmeye başlıyor. Daha ilk günlerde karşısına kendi soyadını taşıyan bir kadın geliyor ve onun annesi olup olmadığı sorusu ile yüzyüze kalıyor. Sonradan olmadığı anlaşılınca annesini arama çabasına girişiyor.
Nefes için, genç bir insanın annesi ile beraber kendisini de bulma çabasını anlatıyor da denebilir. Markovics bu konuya mesafeli bir bakışla yaklaşmış. Film, ölüm gibi gayet duygusal olabilecek bir mesele ile yoğrulurken, anne-oğulun yıllar sonra tekrar karşılaşması gibi göz pınarlarına yönelik sahneler içerebilecekken bu yollara hiç sapmıyor. Su altındaki bir kaç sahne dışında görsel açıdan gösterişli sahneler de içermiyor. Gayet temiz bir film.
Senaryonun da gayet incelikli yazılmış olduğu filmin adındaki “nefes” kelimesinin filmde kullanıldığı yerlere bakıldığında hissediliyor. Yüzmeyi çok seven Roman’ın dalarken nefesini uzun süre tutmak zorunda olması, morgda da benzer bir durumu yaşaması bir yana, finale doğru bebekliğinde annesinin onu bırakmasına neden olan olaya ve gençliğinde işlediği suçun nedenine baktığımızda karşımıza yine “nefes” ile ilgili olaylar çıkıyor (ne olduklarını filmi izlemek isteyenleri düşünerek açık etmiyorum).
Bu yıl Avusturya’nın en iyi yabancı film Oscar’ı için gönderdiği film olan Nefes gizemlerini yavaş yavaş açık eden başarılı bir yapım. Oscar için çekiştiği rakipleri epey güçlü, o yüzden ilk beşe kalması çok zor ama Markovics açısından yönetmenliğe başarılı bir ilk adım olduğu söylenebilir.
Artist (The Artist):
Artist bir Fransız filmi. Ama genelde Amerikan filmlerini ön plana taşıyan Oscar’larda epey söz sahibi olacak gibi gözüküyor. Yabancı filmleri çok da sevmeyen Amerikan seyircisinin de beğenisini toplamış gibi gözüküyor (elbette öyle gişe rekorlarından bahsetmiyorum, bu tip bir film için iyi bir seyirci sayısına ulaştı sadece). Bunun nedenlerinden biri, altyazı okumayı sevmeyen Amerikan seyircisinin bu filmde böyle bir mecburiyetinin olmaması. Çünkü Artist sessiz bir film. Sessiz filmlerde gördüğümüz aralardaki yazılar ise İngilizce hazırlanmış. Her iki başrol oyuncusu da Fransız olmasına rağmen yardımcı rollerde John Goodman ve James Cromwell gibi Amerikalı seyircinin sevdiği isimler var. Zaten film de Amerika’da çekilmiş.
Ama tüm bunlar filmin Amerika’da sevilmesinin ancak yan unsurları olabilir. Asıl neden sessiz sinemanın tamamen Amerika ile özdeşleşmiş bir dönemine saygı duruşunda bulunması ve tümüyle Amerika (ya da Hollywood diyelim) işi bir hikaye anlatması. Aslında filmin hikayesi çok basit. Temel yapı ilki 1937’de olmak üzere 3 kez sinemaya aktarılmış olan Bir Yıldız Doğuyor filminin (ki pek çok farklı adda uyarlamasını da bulmak mümkün, bizim sinemamızda da var) hikayesi olan unutulmakta olan erkek yıldız ile yükselişte olan kadın yıldız adayının aşkı üzerine kurulmuş. Bu filmlerde hep olduğu gibi hikayenin başında erkek şöhretli, kız ise henüz piyasaya yeni girmekte olan bir isimken filmin ikinci yarısında erkek herkesin unuttuğu, kız ise artık herkesin tanıdığı biri haline geliyor. Bu genel yapı bir yandan da Singing in the Rain‘de konu edilen sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş dönemi üzerine oturtulunca ortaya çok özgün olmasa da her zaman etkili bir hikaye çıkıyor.
Artist‘in asıl özelliği sessiz sinema dönemini anlatırken filmin de o yılların teknik özelliklerine göre çekilmiş olması. Karşımızdaki siyah-beyaz ve sessiz bir film (biri şahane çekilmiş bir kabus sahnesi olmak üzere iki yerde ses işin içine giriyor yine de). Hatta filmin görüntü formatı bile artık hiç rastlamadığımız 1.33:1 formatı. Yönetmen Michel Hazanavicius belli ki ele aldığı dönemi hem teknik, hem senaryo yapısı hem de oyunculuk tekniği açısından son derece iyi etüd etmiş ve ortaya o dönem için kusursuz denebilecek bir film çıkarmış.
Oyunculuk tekniği denince bu yıl başroldeki Jean Dujardin’in adını da anmadan geçmemeli elbette. Bu yıl Cannes’da bu rolü ile en iyi erkek oyuncu ödülünü almıştı. Fransız popüler sinemasının son dönem başarılı oyuncularından olan Dujardin bu rolü ile sırayla pek çok ödüle de aday olmakta. Oscar adaylığına da kesin gözüyle bakabiliriz. Kazanma şansı da hiç az değil. Tüm filmi tek kelime etmeden sürükleyen ve sessiz sinema dönemi oyunculuğunu başarılı bir şekilde tekrar eden performansı gerçekten başarılı.
Filmin geneli için de söylenebilecek şey bu aslında. Sessiz sinema dönemine şahane bir saygı duruşu ve izlemesi son derece keyifli bir film. Ama son tahlilde sessiz sinema döneminden popüler bir filmin o zamanki teknik özelliklerle yeniden çekilmesinden de çok farklı değil aslında. O yüzden yılın en iyilerinden biri saymak bana biraz abartılı geliyor. Üstelik sinema tarihine saygı duruşunda bulunan bir film aranıyorsa ortada Hugo var ki Artist‘ten çok daha iyi bir film.
Ama bu keyifli film kesinlikle izlenmeyi hakediyor. 27 Ocak 2012’de gösterime girecek bu filmi festivallerde kaçıranlar vizyonda kaçırmasın derim.
Yakuza:
Sydney Pollack’ın yönettiği Yakuza, Gezici Festival için Zeki Demirkubuz’un seçtiği filmlerden sonuncusuydu. 1974 yapımı film, yönetmeni Pollack, senaryo yazarları Paul Schrader (Taxi Driver) ve Robert Towne (Chinatown) olmasına rağmen bugün çok da fazla adı duyulmayan filmlerden biri. Demirkubuz sunum konuşmasında filmdeki kadınlık ve erkeklik duygusuna ve filmin sonunda gerçekleşen olaya dikkat çekti. Hoş filmi daha önce izlememiş olanları düşünerek o son sahneyi açık açık söylemese daha iyiydi.
Yakuza, zamanında Japonya’da bulunan ve orada bir sevgilisi olan Amerikalı bir adamın Japon mafyası (Yakuza) ile sorunları olan bir arkadaşına yardım etmek için yıllar sonra Japonya’ya geri dönmesi sonrasında yaşanan olayları anlatıyor. Burada eski sevgilisi ve onun erkek kardeşi ile karşılaşması kaçınılmaz elbette. Bu arada arkadaşı ile Yakuza arasındaki ilişkinin ilk bakışta görünenden daha farklı olduğunun farkına varıyor. Aynı zamanda sevgilisi ve kardeşi ile ilgili bilmediği şeyler olduğunu da öğreniyor.
Yakuza iki kültürden iki adamın biraraya gelerek yasadışı adamlara karşı mücadele ettiği filmlerin bir örneği. Doğrusu en sonda Demirkubuz’un da bahsettiği sahnenin etkisi dışında filmin çok fazla bir özelliğini göremediğimi söyleyebilirim kendi adıma. Elbette bir de Robert Mitchum’u sinema perdesinde görmenin keyfi var. Bizim kuşağın yakalayabildiği bir şans değil bu (kendi adıma bir tek Scorsese’nin Cape Fear‘ında bu fırsatı yakalamıştım). Bu özelliği ile seyre değerdi ama özellikle Demirkubuz’un seçkisi içinde en hafif kalan film olduğu da bir gerçek.
0 Yanıt to “Gezici Festival 2011 İzlenimleri – 7. Gün: Nefes, Artist, Yakuza”