Festivalin uluslararası yarışma bölümünde yer alan 10 filmden 5’ini izleme fırsatı buldum. Şanslıyım ki en iyi film ve SİYAD ödülünü alan filmler de izlediğim filmler arasında yer aldı.
Dans Kasabası (Dance Town):

Güney Kore’den gelen bu film aslında bir üçlemenin son filmi. Yönetmen Kyu-Hwan Jeon’un bundan önceki filmleri Mozart Town ve Animal Town adını taşıyorlar. Diğer filmleri izlemediğim için üçleme hakkında bir yorum yapamam ama Dans Kasabası bir gösterge olarak kabul edilirse, yönetmen için ağır tempolu bir tarzı olan, sıradan insanların hayatını anlatan bir isim diyebiliriz.
Bu filminde yönetmen, kocasını Kuzey Kore’de bırakarak Güney Kore’ye kaçmak zorunda kalan bir kadını anlatıyor (çiftin suçunun Güney Kore’den gelen bir porno kasedini izlemek olduğunu da ekleyelim). Kocasını Kuzey Kore’de bırakan bu kadına Güney Kore yetkilileri kendilerine iltica eden herkese davrandıkları gibi davranıyor, ona kalacak bir yer, kendisi ile ilgilenecek bir görevli veriyorlar. Ancak hayat o kadar kolay değil. Geride bıraktığı kocası ve annesinin özlemi bir yana hiç alışık olmadığı bir ortamda yepyeni bir hayata başlamak onun için gerçekten zor.
Bir kadının yeni bir yaşama uyum sağlamaya çalışmasını anlatan bu filmin ele aldığı konuyu başarıyla anlattığını söyleyebiliriz. Ancak benzeri filmler arasında öne çıkan bir özelliği yoktu. Klasik bir festival filmi denebilir.
Europolis:

Europolis filmini en basitçe anne oğul ilişkisine odaklanan bir yol filmi olarak tanımlamak mümkün. Romen yönetmen Corneliu Gheorghita bu filminde bir miras ve vasiyet meselesi ile ilgili olarak Romanya’dan Fransa’ya gitmek durumunda kalan bir anne-oğulun öyküsünü getiriyor karşımıza. Bu yolculukta yanlarında eşek şeklinde bir tabut da taşımak zorunda kalıyorlar.

Doğrusunu söylemek gerekirse Europolis genel olarak beğensem de bazı anlarda çok içine giremediğim ve anlam veremediğim simgeler de içeren bir film oldu. Filmden sonra yönetmen ve anneyi oynayan başrol oyuncusu ile yapılan söyleşide filmde yüzeyde görünenden daha farklı göndermeler ve metafizik anlamlar da olduğunu anlamak mümkündü. Söyleşideki çıkarımlar eşeğin Romanya’yı temsil ettiği noktasına kadar vardı. Aslında söyleşi sonrası filmi bir kez daha izleme isteği duyduğumu söyleyebilirim.
Güle Güle (Bé Omid é Didar / Good Bye):

İran’lı yönetmen Mohammad Rasoulof’un ismi son zamanlarda ne yazık ki çektiği filmlerden ziyade Jafar Panahi ile birlikte aldığı hapis ve 20 yıl film yapmama cezası ile birlikte anılıyor. Her ne kadar Rasoulof’un filmlerine bu olayları bir kenara bırakarak bakmak istesek de yeni filmi Güle Güle‘nin tam da hakkında film çekmeme cezası verildiği dönemde, zorluklar içinde çekildiğini düşünürsek bu filmi yaşanan olaylardan soyutlamak mümkün olamıyor.
Güle Güle filminde İran’dan çıkmak için yollar arayan, hukuk okumuş ancak aldığı cezalar dolayısıyla mesleğini icra edemeyen bir kadının hikayesini izliyoruz. Aynı zamanda bir kaç aylık hamile de olan bu kadın, hamileliğinde sorunlar yaşadığı gibi bir gazeteci olan kocası da gizlenerek yaşamak zorunda ve bu nedenle karısını yalnız bırakmak durumunda kalmış. Zaman zaman onunla ilgili bilgi arayan gizli polisle de kadın yüzleşmek durumunda kalıyor.
Filmin ana karakterinin Rasoulof’un durumu ile ortaklıklar taşıdığı görülüyor. Daha da ötesi onun ağzından dile getirdiği “kendi ülkemde bir yabancı gibi yaşamaktansa yabancı bir ülkede bir yabancı olarak yaşamayı tercih ederim” sözü tam da onun düşünceleri gibi gözüküyor.
Filmin konusuna bakıldığında depresif ve umutsuz bir havası olduğu gözüküyor, ki filmin finali de bu umutsuz havayı destekliyor doğrusu. Filmin temposu da oldukça ağır. Ancak ağır tempolu filmlerin çoğunlukta olduğu ve doğrusu bir kısmının düpedüz sıkıcı sayılabileceği bu festivalde, Rasoulof’un filmi tıkır tıkır işliyor ve seyircinin ilgisini bir an bile bırakmayarak ağır tempolu filmlerin illa sıkıcı olması gerekmediğini bir kez daha gösteriyor. Mesela gizli polisin evi aramasını gösteren oldukça uzun ve kameranın neredeyse hiç hareket etmediği bir sahne var ama durumun vahametini göstermek için son derece gerekli bir sahne bu.
Filmin başarısında başrol oyuncusu Leyla Zareh’in performansı da çok önemli. Filmin neredeyse her sahnesinde yer alan oyuncu tüm filmi sırtında taşıyor adeta. Farklı bir oyuncu ile film bu kadar başarılı olmayabilirdi.
Kendi adıma Güle Güle‘nin uluslararası yarışma bölümünde izlediğim beş filmin arasında en iyisi olduğunu söyleyebilirim. Yarışma sonunda eleştirmenlerden oluşan SİYAD jürisinin ve Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinden oluşan gençlik jürisinin en iyi film ödüllerini kazanan film de bu film oldu.
İki (Dos / Two):

Yunanistan yapımı İki, yönetmen Stathis Athanasiou’nun ilk uzun metrajlı filmi. Senaryosunu da kendisinin yazdığı bu filmde Athanasiou, iki farklı çiftin aşk hikayelerini anlatıyor bize. Biri Atina’da, diğeri Barselona’da geçen bu iki hikaye birbiri ile hiç kesişmiyor ancak her ikisinde de bir aşk hikayesinde olabilecek ortak sorunlar yaşanıyor.
Bu iki aşk hikayesini koşut olarak anlatan yönetmen ortaya başarılı bir film çıkarmış. Özellikle çiftlerden birindeki erkeğin mesleğinin yönetmenlik olması filme farklı bir boyut da katıyor. Böylece bir hikaye yaratma, film içinde film gibi konulara giren yönetmen filmini basit bir aşk hikayesinin ötesine taşımayı başarıyor. Özellikle bu anlarda filmde Christoffer Boe etkisi gördüğümü söyleyebilirim. Ama bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Toplamda yarışmadaki iyi filmlerden biriydi.

Film sonrası yapılan söyleşide yönetmenin film üzerinde epey düşündüğünü, çekim öncesinde uzun uzun provalar yaptığını da öğrendik. Zaten kendisi de uzun provlar yapılmadan bir filmin nasıl çekildiğine anlam veremediğini, kendi çalışma tarzında çekim öncesi her şeyi planlaması gerektiğini söyledi. Yine söyleşiye katılan oyunculardan öğrendiğimiz kadarıyla tıpkı filmde olduğu gibi çekimler sırasında da Atina’da geçen hikayenin oyuncuları ile İspanya’da geçen hikayenin oyuncuları birbirleri ile hiç karşılaşmamışlar. Ancak bu tip gösterimler bir araya gelmelerine vesile oluyormuş. Bunun dışında filmin yoruma açık noktaları da vardı. Bunlara dair gelen bir soruyu yönetmenin, “elbette benim bir fikrim var, ama bunu açıklayıp size empoze etmek istemem. Sizin kendinize göre bir açıklamanız varsa doğru olan odur, hatta filmdeki bu olayı anlamsız bulduysanız muıhtemelen öyledir de” şeklinde cevaplaması seyircinin açık noktaları kendi zihninde cevaplamasını savunan yaklaşımı ile takdirimi topladı.
Sınırda (Sur la Planche / On the Edge):

Sınırda bir karides fabrikasında çalışan iki kız arkadaşın hikayesini getiriyor karşımıza. Bu iki arkadaş karides fabrikası dışında geçirdikleri zamanda iki farklı kızla tanışırlar ve bir kız çetesi kurarlar.
Doğrusunu söylemek gerekirse Sınırda filminin karides fabrikasının bembeyaz steril ortamında kurduğu görsellik ve bu görselliğin dış dünyanın karanlığı ile oluşturduğu tezat en dikkat çekici ve başarılı unsurları idi. Bunun dışında baş karakterin üzerinden karides kokusunu silmek için kendine zarar verircesine çabalaması da filmin önemli sahnelerinden biriydi. Açıkçası filmin bunun dışında da ilgimi çeken çok fazla tarafı olmadı. Buna filmin altyazısındaki sorunlar da yol açmış olabilir. Filmi sadece orijinal dilinde, Türkçe altyazı ile izledik. Halbuki diğer filmlerde İngilizce altyazı da oluyordu. Bu sayede Türkçe altyazının kötü olduğu yerlerde İngilizce altyazının ne kadar faydalı olduğunu fark etmiş olduk. Yine de altyazı sorunu yaşamasaydık bile filmi sevme düzeyim çok değişmeyecekti muhtemelen.
Festivalinin kapanış töreninde Sınırda‘nın uluslararası yarışma jürisi tarafından en iyi film olarak seçildiğini öğrendik. Ulusal yarışma sonuçlarına da kimi itirazlarım vardı ama bu kategoride jüriyle taban tabana zıt düştüğümüzü söyleyebilirim sanırım.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...