Nuummioq:

Grönland’ın ilk Oscar adayı olması ile dikkat çeken Nuummioq, bu büyük adanın uçsuz bucaksız doğası içinde yaşayan bir grup insanı getiriyor karşımıza. Malik’in başını çektiği üç kişilik grup bir yandan avcılık yaparken diğer yandan birbirlerine takılmayı da çok seven, hoşça vakit geçiren bir grup. İçinde buluındukları çevrede herkes adeta birbirini tanıyor. Özellikle Malik epey popüler bir genç gibi gözüküyor. Bir gün Malik’in durup dururken düşüp bayılması ile onun için her şey değişiyor. Ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrenen Malik bu noktada hayatını sorgulamaya başlıyor ve aşkı yeniden keşfediyor.
Aslında benzerlerini sıkça gördüğümüz bir hikaye. Ancak Malik’in hayatı değiştikçe giderek kendisini de adanın ıssız bölgelerine vurması ve buralarda yapılan çekimler ile öne çıkan bir film. Ayrıca ölümcül bir hastalık filmin ana teması ama bunu anlatırken seyirciye karşı bir duygu sömürüsü de yapmıyor ve dengeli bir anlatım sergiliyor. Çok önemli bir film olmasa da farklı bir ülkeden gelen bir sinemayı tanımak maksatlı izlenebilir.
Bu arada Hollywood filmlerinde hep gördüğümüz “bu filmde hiç bir hayvana zarar verilmemiştir” ibaresinin aksine filmin sonunda avlandığını gördüğümüz hayvanlar ile ilgili “filmdeki hayvanlar öldürülmüş, yenmiş ve bundan keyif alınmıştır” şeklinde bir ibarenin olması da dikkat çekiciydi..
Buzlar Üzerinde (On the Ice):

Günün ikinci filmi de yine soğuk bir atmosferde geçiyor. Bu kez mekan buzlarla kaplı Alaska. Bir kez daha bu soğuk atmosferde yaşayan gençleri görüyoruz. Aralarında gayet sıkı bir dostluk bulunan bu geçler zamaan zaman delikanlılık ateşine kapılıp kavga da edebiliyorlar. Doğal sayılabilecek olaylar bunlar aslında ama günün birinde bu kavgalardan biri gençlerden birinin kaza sonucu ölmesine kadar gidiyor. Buzulun ıssız bir bölgesinde gerçekleşen bu olayın bir tanığı yok. Kavga eden iki genç ve onları ayırmaya çalışırken olaya dahil olan bir diğeri. Sonuçta hayatta kalan iki genç ne yapacaklarını bilemezken bir süre düşündükten sonra arkadaşlarının buzun içine düştüğünü ve kaybolduğunu söylemeye karar veriyorlar. Ortada tanık yok belki ama insanın kendi vicdanından kaçması o kadar kolay değil.
Buzlar Üzerinde polisiye kalıpları da kullanan bir film ama asıl derdi suçluluk duygusu ile başetmeye çalışan ve öyle ya da böyle doğruyu yapmaya çalışan insanlar. Doğrusu bunu da gayet başarılı bir şekilde yapıyor. İddiasız ama izlenmesi gereken filmlerden.
Yeşil Dalga (The Green Wave):

2009 yılında İran’da gerçekleşen seçimlerin öncesinde özellikle genç kuşaktan Musavi’ye ciddi bir destek vardı. Seçimleri kazanması beklenirken Ahmedinecat’ın seçimleri bir kez daha kazandığı açıklandığında Musavi destekçileri seçimlere hile karıştırıldığını iddia ettiler ve İran karıştı. Bu dönemde Musavi destekçileri kendilerini göstermek için yeşil rengi kullandılar ve hareketlerine Yeşil Dalga adını verdiler. İşte bu film de söz konusu dönemde yaşananları anlatıyor.
Son dönemde dünyanın değişik yerlerinde iktidara karşı girişilen örgütlenmelerin hemen hepsinde olduğu gibi Yeşil Dalga hareeketinde de İnternet yoğun şekilde kullanıldı. Bu filmin de temel kaynakları o dönemde yaşananları sıcağı sıcağına aktaran blog yazarları, twitter mesajları ve You Tube videoları. Tüm bunları başarılı bir şekilde harmanlayan fim bir yandan da özellikle blog yazılarında anlatılanları geçtiğimiz yıllarda izlediğimiz Beşir’le Vals filmindekine benzer bir animasyon tekniği ile canlandırmış. Bu da filmin etkileyiciliğini arttırmış. Yakın dönemde yaşananlara da ışık tutabilecek başarılı bir belgesel.
Gintama (Gekijouban Gintama: Shin’yaku Benizakura Hen / Gintama: The Movie):

Japon animasyonlarını sinemalarımızda izleme şansımız çok fazla değil. Neyse ki festivallerde karşımıza çıkıyorlar. Özelikle !f’de her yıl en az bir Japon animesi izleyeceğimize emin olabiliriz. Bu yıl izlediğimiz Gintama önce manga olarak başlamış sonra televizyonda yayınlanmış bir animeye dönüşmüş sonrasında ise festivalde izlediğimiz filmi yapılmış bir film. İzlemeden önce seriye aşina olmayan biri olarak karakterleri tanımıyor olmak bir sorun yaratır mı diye düşünüyordum. Eminim ki seriyi bilenler belli ayrıntılardan daha fazla keyif almışlardır ama seriyi bilmemenin çok büyük bir eksiklik yaratmadığı da söylenmeli.
Gintama samuray dünyasını daha modern bir dünya ile harmanlayan bir atmosferde geçiyor. Bolca şiddet ve kan içermesine rağmen çok da eğlenceli bir film. Özellikle filmin açılışı ve kapanışı çok eğlenceli. Filmin girişinde karakterler neden bir sinema filmi çekildiğine dair tartışıken bir yandan da hikayeye nereden gireceklerine karar vermeye çalışıyorlar, seyircilerden büyük kısmının beklemeden salonu terk ettiği filmin sonunda ise devam filminde ne olacağı ve ana karakterlerin kimler olabileceğine dair bir kavga kopuyor. Film kasabaya gelen gizemli suikastçi ile onu yakalamaya ve arkasındaki asıl gücü ortaya çıkarmaya çalışan iyi adamları anlatıyor. Aslında konusu çok da önemli değil. Gintama iyi kurgulanmış dövüş sahneleri, karakterler arasındaki ilişkiler ve tam yerinde gelen onlarca başarılı espiri için izlenebilir. Özellikle anime severler kaçırmamalı.
Marwencol:

Mark Hoganpark bir gece bar çıkışında o gece tartıştığı bir grup adam tarafından öldüresiye dövülür. Bunun sonucunda beyninde hasarlar kalan Mark hem ailesini ve arkadaşlarını yeniden tanımak hem de bir çocuk gibi normalde hiç düşünmeden yaptığı pek çok şeyi yeniden öğrenmek zorundadır. Bu süreç içinde Mark kendini bambaşka bir uğraş içinde bulur. Tamamen hayal dünyasında bir kasaba ve bu kasabada yaşayan karakterler yaratır, her birine birer yaşam hikayesi oluşturur ve bunları oyucak askerler, Barbie bebekler ve küçük model evler ve arabalar ile hayata geçirir. Mark kendisi ile birlikte ailesini ve arkadaşlarını da bu hayal dünyası içine katmış artık kendini gerçek dünyadan soyutlamıştır.
Yukardaki paragraf bir film senaryosunu değil gerçek bir olayı anlatıyor. Marwencol da bu olayı anlatan bir belgesel. Olayın kendisi ilginç zaten. Ayrıca Mark da ilginç bir insan (başına bunlar gelmeden de öyleymiş, hatta dövülmesinin nedeni de bu olarak gözüüyor). Ama herşeye rağmen hikaye bir film süresini dolduracak kadar dolu gözükmedi bana. Bazen belgesel yönetmenleri bir konuya kendilerini çok yakın hissettiklerinde o konuyu gereksiz yere uzatıyorlar. Her ne kadar bu filmin süresi çok uzun olmasa da (83 dakika) daha sıra sürede anlatılabileceğini düşünüyorum.
Soğuk Balık (Tsumetai Nettaigyo / Cold Fish):

Geceyarısı sineması olarak izlediğimiz Soğuk Balık birbirinden son derece farklı iki balıkçıyı getiriyor karşımıza. Her ikisinin de tropik balıklar sattıkları dükkanları olan Murata ve Shamoto bir gün bir tesadüf eseri karşılaşırlar. Shamoto kendi halinde bir balıkçı dükkanı işletirken yeni karısı ve kızı arasında sıkışıp kalmış durumda, son derece ezik ve içe kapanık bir adam görüntüsü çiziyor. Murata ise onun neredeyse tam tersi bir kişilik. Hem işlerini yürüttüğü balıkçı dükkanı çok daha büyük, yanında pek çok eleman çalışıyor, hem de genç ve güzel karısı üzerinde tam bir otorite kurmuş durumda, aynı zamanda tümüyle dışa dönük bir karakter (kaba-saba olmanın sınırlarını zorlayacak kadar).Bu iki adam arasında zamanla bir dostluk kurulmaya başlıyor (aslında dostluk kelimesi durumu tam ifade etmiyor). 144 dakikalık bu filmin ilk bir saatinde özellikle Murata karakteri dolayısıyla sürekli tekinsiz bir atmosfer var ama bir kırılma anından sonra işin içine cinayet ve bol bol kan giriyor ve bu andan itibaren olaylar iyice değişmeye başlıyor.
Gerçek bir öyküye dayandığı söylenen Soğuk Balık gerçekten çarpıcı bir film. Ancak sonlara doğru olayların giderek daha da aşırı ve inanılmaz bir hale gelmesi o etkiyi biraz azaltıyor. Ayrıca Murata karakteri belli ki yönetmenin de isteğiyle son derece abartılı bir oyunculukla canlandırılmış. Büyük ihtimalle iki karakter arasındaki farkın altını daha da fazla çizmek için yapılmış bir tercih ama karakteri karikatür sınırlarına yaklaştırıyor. Halbuki o abartı daha bir sınırlar içinde kalsaymış filme olumlu yönde hizmet edebilirmiş. Yine de festivalin başarılı filmlerinden olduğunu söylemeli.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...