Mart 2011 için arşiv

Elizabeth Taylor (1932 – 2011)

Hollywood’un en büyük starlarından ve sinema dünyasının en güzel kadınlarından biri artık aramızda değil. Çoğunlukla özel hayatı ile gündeme gelen Taylor aynı zamanda iyi bir oyuncuydu. 1932 doğumlu Taylor henüz 9 yaşında oyunculuk yapmaya başlamış ve 1944 yılında National Velvet filmi ile bir yıldız olmuştu bile. O yıllarda da yaşına göre büyük bir görüntü çizen Taylor medyanın gözü önünde büyüdü (bugün olsa işi daha da zor olurdu muhtemelen). 1951 yılındaki A Place In the Sun ile daha ciddi rollere geçiş yaptığını söyleyebileceğimiz Taylor özellikle 70’lere kadar nice önemli filmde oynadı. İlk akla gelen filmleri olarak Devlerin Aşkı (Giant), Kızgın Damdaki Kedi (Cat on A Hot Tin Roof), Geçen Yaz Birenbire (Suddenly, Last Summer), BUtterfield 8, Cleopatra ve Kim Korkar Hain Kurttan (Who’s Afraid of Virginia Woolf?) saylabilir. 70’leri görece daha sakin geçiren Taylor, 80’lerde sinemayı neredeyse tamamen bırakıp televizyon dizilerinde görülmeye başladı. 1994 yılında Steven Spielberg çektiği Taş Devri (The Flintstones) uyarlamasında yer alması için onu ikna ederek bir kuşağın artık bir efsane olan bu kadını sinema perdesinde son kez görebilmesini sağladı.

Elizabeth Taylor özel yaşamı ile de çok fazla anıldı demiştik. Kaçınılmaz olarak burada da bir miktar bahsetmemiz gerek. Taylor toplamda sekiz defa evlenmişti. Bunlardan ikisi fırtınalı bir ilişki yaşadığı Richard Burton ileydi. Bu evliliklerden toplam 4 çocuğu ve 10 torunu vardı. Michael Jackson ile de çok iyi bir dostluğu vardı. Belki de kendisi gibi medyanın gözlerinin önünde büyüyen bu starı kendisine yakın hissetmişti. Özellikle yakın arkadaşı Rock Hudson’ın ölümünden sonra AIDS ile ilgili de yoğun çalışmalarda bulunmuştu.

3 Oscar, 4 Altın Küre ve nice başka ödül sahibi olan Taylor o menekşe gözleri ile sinema dünyasının ölümsüz isimlerinden biri olmayı yıllar önce başarmıştı zaten. Bir daha onun çapında bir yıldız gelir mi şüpheli. Seni seviyoruz Liz…

!f Ankara 2011 İzlenimleri – 5. Gün: Santa Sangre, Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi, Blur: Koşacak Mesafe Kalmadı, Kötülük Çiçekleri

Santa Sangre:

!f’de genellikle çok yeni filmler gösteriliyor. Ancak son bir kaç yıldır !f Kült bölümü sayesinde eskilerden gelen bazı klasikleri izleme fırsatımız oluyor. Bu yıl İstanbul’a da konuk olan Alexander Jadorowsky’nin Santa Sangre adlı filmi bu filmlerden biriydi. Çok fazla film çekmeyen usta yönetmenin 1989 tarihli filmi annesi ile beraber bir sirkte yaşamakta olan Fenix’in hikayesini getiriyor karşımıza. Sirkteki hemen her karakter son derece ilginç. Fenix’in sirkte hoşlandığı bir kız da var. Ancak yaşanan bir takım trajik olaylar sonrasında ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ancak bu sağır dilsiz kız onun her zaman aklında kalıyor. Yıllar sonra artık bir yetişkinken gördüğümüz Fenix, kendisi yüzünden kollarını yitirmiş olan annesinin kolları oluyor adeta. Bu arada annesi de onun hiç bir kızla birlikte olmasını istemiyor (bir nevi Psycho sendromu, sonuçları da benziyor zaten). Yıllardır aradığı kızı bulması ile olaylar gelişiyor.

Jadorowsky filminde gerçeküstü bir atmosferde psikolojik bir durumu anlatıyor aslında. Bir yandan da filmin opera ile de yakın bağlantıları var. Filmi izleyip bitirdiğinizde bir opera izlemiş hissi ile sinemadan çıkabiliyorsunuz. Bu yüzden kimi abartılı oyunculuklar, gerçek olmadığı çok net anlaşılan dekorlar ya da özel efektler rahatsız edici olmuyor, tam tersi filmin gücünü arttırıyor. Bu son derece başarılı filmi kaçırmamak gerek.

Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi:

Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi, çekildiği zamanlarda adı kulaklardan kulaklara yayılan bir filmdi. Festivallerde oynamasının dışında çok kısa bir süre, çok az sayıda sinemada da gösterime girmişti yanılmıyorsam. Ancak kendi adıma o günlerde izleme şansım olmamıştı. Zaten izleyebilen seyirci sayısı da çok kısıtlıydı muhtemelen. Adı kulakta kulağa yayılmaya devam eden filmin bir DVD’si de çıkmadı zaman içinde. Bu nedenle !f’in onuncu yılı nedeniyle geçmiş festivallerde gösterilmiş filmler arasında yaptığı seçkinin bu filmi de içermesi güzel bir sürpiz oldu.

Film, Tuğra Kaftancıoğlu adlı bir yönetmenin yeni çekeceği film için oyuncu seçimi yapmasıyla başlıyor, çekeceği korku filminde oynatmak üzere seçtiği kadın oyuncudan gerçek tepkiler alabilmek için ona türlü eziyetler yapması ile devam ediyor. Film içinde film çeken yönetmenin bu gerçeklik çabası aslında filmin kendisinde de var. Film tümüyle gerçekmiş gibi yapan filmlere bir örnek niteliğinde. Gerçekten Tuğra Kaftancıoğlu diye bir yönetmen varmış ve bu filmde gördüğümüz herşey gerçekmiş izlenimi veriyor (Tuğra Kaftancıoğlu diye biri var gerçekten ama sadece bir oyuncu). Hatta filmin en sonunda sanki filme sonradan eklenmiş ve bir festivalde ödül aldığı zaman çekilmiş gibi gözüken bir sahne de var ki aslında o bile önceden kurgulanmış bir sahne anlaşılan.

Gerçeklik algısı ile oynaması açısından gerçekten ilgiye değer bir film. Ancak izlemeyi zorlaştıran bir takım noktaları da var. Bugün çekilse muhtemelen daha kaliteli görüntü verebilecek olan HD-cam’lerle çekilecek bir film olurdu. Ancak çekildiği tarih olan 2003’de bugün için çok kalitesiz gözüken kameralara çekilmiş bir film. Böyle olunca da bir süre sonra bu kalitesiz görüntüleri izlemek gitgide zorlaşıyor. Ayrıca özellikle Tuğra Kaftancıoğlu’nun oyunculuğu zaman zaman o kadar abartılı oluyor ki filmin yaratmaya çalıştığı gerçeklik duygusuna zarar veriyor. Yine senaryonun kimi yönleri de gerçeklik duygusuna zarar vermekte (mesela başına berbat olaylar gelen bir kadın ona bunları yapan insanlarla nasıl kahvaltıya oturur). Her ne kadar beklediğimi tam olarak bulamasam da sonunda izledim dediğim bir film oldu.

Blur: Koşacak Mesafe Kalmadı (Blur: No Distance Left to Run):

1989-2003 tarihleri arasında toplam 7 albüme imza atan Britpop grubu Blur’un 2009 yılında bir konser turnesi için tekrar biraraya geldiğinde çekilen bu film bir yandan sözkonusu turneyi takip ederken bir yandan da Blur’un ilk kurulduğu günlerden başlayıp, ünlenmeleri, grup içi yaşanan sorunları, Oasis ile çekişmelerini ve nihayetinde dağılmalarını da iyi bir arşiv çalışması ile birlikte gözlerimizin önüne seriyor. Blur sevenler için keyifli bir belgesel olmalı, ancak benim yakından takip ettiğim bir grup olmadığı için bu belgesel de çok ilgimi çekmedi doğrusu.

Kötülük Çiçekleri (Fleurs du Mal / Flowers of Evil):

İran’da 2009 yılı seçimlerinin hemen sonrası olaylar sürmektedir. İran’da durumu iyi olan ailelerden biri kızlarını olaylardan uzak kalması için Paris’e gönderir. Gittiği otelde çalışmakta olan genç bir adamla yakınlaşan kız ile bu genç adam arasında bir yakınlaşma doğar. Oğlan dünyanın durumundan habersiz kendini sürekli olarak yapmakta olduğu akrobatik hareketlere adamıştır. Kız ise İnternet üzerinden İran’dan haber almaya çalışmakta bir yandan da Paris’i keşfetmektedir. Her ikisi de müslüman olan bu iki genç Paris’in büyülü atmosferinde ama İran’daki olayların da gölgesinde özgür bir aşk yaşamaya başlarlar.

Kötülük Çiçekleri bir yandan bir aşkı anlatırken öbür yandan İnternet’te gerçekten yayınlanan yaşanmış görüntüler ve dehşet anlarıyla İran’a gerçek bir bakış atıyor. Festivalde aynı dönemi konu eden Yeşil Dalga (The Green Wave) adlı bir film daha vardı. Aslında bu iki film birbirinin tamamlayıcısı olarak da izlenebilir. Örneğin bu filmde kızın kolundaki yeşil bilekliğin anlamı diğer film izlenince daha iyi anlaşılabiliyoır. Ayrıca her iki filmde de kullanılan YouTube vidolearının bazıları ortak bile olabilir. Çok iddialı değil ama başarılı bir ilk film. Özellikle başroldeki kadın oyuncu Alice Belaïdi’nin performansı çok başarılı. Sadece oğlanın sürekli akrobatik hareketler yapması ve bunun üzerine çektiği videolara da önemli bir süre ayrılması biraz fazlaca geldi o kadar.

!f Ankara 2011 İzlenimleri – 4. Gün: Doğalgazülke, Siyah İktidar Karışık Kasedi 1967-1975, Hayaletler, Lemmy, Mars, Amer

Doğalgazülke (GasLand):

Bu çarpıcı belgesel filmin yönetmeni Josh Fox bir gün bir doğalgaz şirketinden arazisinde gaz çıkartmak için bir teklif alır. Bunun üzerine konuyu araştırmaya başlar ve ortaya bu belgesel çıkar. Fox, Amerika’nın çeşitli bölgelerini gezerek doğalgaz çıkarılmakta olan arazilerin durumların inceliyor. Pek çoğunda ölen hayvanlar, suya karışan zehirli maddeler ve çeşitli hastalıklarla karşılaşıyor. En çarpıcı olaylardan biri ise musluk suyuna çakmak ile yaklaştığınızda suyun alev alması. Fox aynı zamanda farklı doğalgaz şirketlerine de ulaşmaya çalışıyor ama çoğunlukla hiç cevap alamıyor. Kendisi ile konuşmayı kabul edenler ise tatmin edici bir görüşmeye yanaşmıyorlar.

Doğalgazülke çarpıcı bir belgesel ama Fox’un gittiği pek çok arazide benzer sorunlar olduğunu görüyoruz. Bu da bir süre sonra belgeselin kendisini tekrarlamasına yol açıyor. Bir de arazilerini sorgusuz sualsiz doğalgaz şirketlerine kiralayan insanların başına gelenler üzücü olsa da insan evlerinin yanı başına doğalgaz çıkarılmasına izin verirken biraz daha sorgulayıcı olunması gerektiğini düşünüyor. Bu konuya da hiç değinilmemiş belgeselde. Neyse ki Fox’un kendisi sorgulayıcı olmuş ve bu belgeseli ortaya çıkarmış. Umalım ki hem Amerika’da hem de dünyanın geri kalanında etkili olur.

Siyah İktidar Karışık Kasedi 1967-1975 (The Black Power Mixtape 1967-1975):

Siyah İktidar Karışık Kasedi 1967-1975, yapım yılı 2011 olan çok yeni bir belgesel. Ama ilginç bir tarafı var, içindeki görüntülerin hepsi 1967 ile 1975 yılında çekilen görüntülerden oluşuyor. Üstelik görüntü kaynakları da çok fazla yayılmış değil. O yıllarda Amerika’daki Siyah İktidar hareketini yakından takip eden İsveçli bir grup gazetecinin çektiği görüntülerden oluşuyor bu film. Öncelikle bu harekete Amerika’nın dışından bir bakış gerçekten ilginç bir bakış açısı oluşturuyor. Ancak film sadece eski görüntüleri harmanlamakla yetinmiyor. Ayrıca o dönem Siyah İktidar hareketinin yanında olmuş ya da bugünden o günlere sempati ile bakan kimi sanatçılar ve bilim adamlarının bu görüntülere ait yorumlarını da dinliyoruz zaman zaman (DVD’lerde sıkça gördüğümüz bir filmi yönetmenin ya da oyuncuların yorumları eşliğinde izlemek gibi düşünülebilir). Halen etkilerinin sürdüğü söylenebilecek bir dönemi farklı bir bakış açısı ile görmemizi sağlayan ilginç bir belgesel.

Hayaletler (Skeletons):

Takım elbiseleri ile yollara düşmüş iki arkadaş: Davis ve Bennett. Belli ki bir iş için çağrıldıkları bir eve gitmekteler. Yolda da Rasputin ile ilgili akıllara zarar bir muhabbete girerler. Hedeflerine ulaştıklarında ise bu ikilinin işinin doğaüstü bir takım olaylarla ilgili olduğunu görüyoruz. İşlerini son derece ciddiyetle yapan bu ikilinin şarlatan mı olduğu yoksa gerçekten doğaüstü güçlere sahip olup olmadıkları başta bir soru işareti olsa da çok kısa zamanda gerçekten doğaüstü bir şeyler yaptıklarını ve insanların gizli saklı sırlarını ortaya çıkarabildiklerini görüyoruz. Bir gün patronlarından onları çok daha iyi yerlere taşıyabilecek bir iş teklifi geliyor. Kaybolan bir adamı bulmak üzere yola çıkan ikili, adamın egzantirik karısı ve uzun zamandır konuşmayan kızı ile birlikte tuhaf bir hikayeye doğru yol alıyorlar.

Hayaletler tam anlamıyla bir İngiliz filmi. İngiliz mizahı çok başarılı bir şekilde filme yedirilmiş. Belki öyle her anıyla kahkahalar attıran bir film değil ama son derece zeki bir mizahı ve sürekli gülümseten bir yapısı var. Ana karakterleri canlandıran Ed Gaughan ve Adrew Buckley’nin fiziksel olarak birbirine tezat oluşturan görüntüleri de mizahın bir unsuru oluyor. Ayrıca neredeyse hiç özel efekt kullanmadan gayet eli yüzü düzgün bir doğaüstü hikaye anlatmanın mümkün olduğunu da gösteren bir film. Sonunda geleneksel aileyi kutsayan bir yapıya sapması eleştirilebilir ama yine de başarılı bir film.

Lemmy:

Motörhead her zaman çok ön planda olan ya da listelerde bir numaraya oynayan bir grup değil belki ama rock/metal müzik seven herkesin aklının bir köşesinde olan bir grup. Grubun her şeyi olan Lemmy Kilmister ise her zaman dikkat çekici bir kişilik. Bu filmde “sex, drugs and rock’n roll” mitinin adeta yaşayan bir örneği olan Lemmy’nin hayatına bir bakış atıyoruz. Çoğunluğu Lemmy ve onun hayaranı olan müzisyenler ve oyuncularla yapılan söyleşilere dayanan film, Lemmy üzerine bilmediğimiz bilgiler verirken aynı zamanda çok eğlenceli bir film olmayı da başarıyor. Lemmy bir rock starı olsa da müzik marketlerde tek başına CD alışverişi yapabilecek ya da bir bara oturup kafasına göre takılabilecek, ara sıra hayranları yanına geldiği zaman da onlarla hiç gocunmadan fotoğraf çektirebilecek kadar da hayatın içinde bir kişilik. Evi yüzlerce, belki de binlerce koleksiyon eşyası ile dolu, özel ilgi alanı olan 2. Dünya Savaşı ile ilgili sağlam ansiklopedik bilgileri var. Hayatı boyunca uyuşturucunun pek çok çeşidini denemiş olan Lemmy bir tek eroine bulaşmamış. Hatta ergenlik çağına geldiğinde oğlunu önüne çekip şöyle bir konuşma yapmış: “Bak evlat, eroin tehlikelidir, kullanma. Amfetamin iyidir, ona takıl.”

Bu ve benzeri bilgileri keyifli bir belgesel eşliğinde öğrenmek isteyenlere önerilir. Ama Motörhead’i ve Lemmy’yi sevmeyenler için pek uygun bir yapım değil elbette.

Mars:

Bağımsız yönetmenlerin çektiği bilim-kurgu filmlerinden ilginç ve başarılı sonuçlar çıkabiliyor. Farklı bir animasyon tekniği ile çekilmiş olan Mars da başarılı olabilecek bir film gibi gözüküyordu. Ancak Amerika’nın Mars’a gönderdiği 3 astronotun hikayesine odaklanan film başlarda ümit verse de ilerledikçe kendini geliştiremiyor. Tam bir kovboy olan Amerikan Başkanı ya da Mars yolculuğunu tam bir televizyon şovuna dönüştüren iki sunucu üzerinden çeşitli eleştiriler de yapılmaya çalışılmış ama o konuda da çok doyurucu olunamamış. Yine de bu karakterler için filmin en eğlenceli ve akılda kalıcı karakterleri denebilir. Ancak son tahlilde bilim-kurgu sinemasına özel bir ilgisi olmayanlara önerebileceğim bir film olmadı.

Amer:

İtalyan sinemasının eski ustaları bir süredir eski formlarında değiller. Özellikle Dario Argento’dan ne zamandır başarılı bir film bekliyoruz. Ama Belçika’dan gelen Amer filmi bize o tadı bir kez daha hissettiriyor. Görüntü ve kurgu anlayışı ile müzik kullanımı tam bir İtalyan korku filmi havası veriyor Amer‘e. Başrole genç bir kadını koyması da bir başka ortak nokta. Ancak burada izi sürülen manyak bir katil ya da bir takım şeytani güçler yok ortada. Son derece az diyalog kullanılmış olan bu filmde Ana adlı bir kadının hayatının belli dönemlerine göz atıyoruz. İlk olarak çocuk olarak gördüğümüz Ana, küçük yaşında büyükbabasının ölümü ve anne-babasının sevişmesine tanık olarak ölüm ve cinsellik gibi hayatın en temel iki gerçeği ile karşılaşıyor ve bu olayları çocukluğun büyük hayalgücü ile bambaşka bir hale sokuyor. Ergen Ana ise annesi ile çıktığı bir gezide erkekler üzerindeki gücünün farkına varıyor ve ilk kez kendi cinselliği ile yüzleşiyor. Bu arada annesinin de onun cinselliğini baskı altında tutmaya çalıştığını görüyoruz. Ana’yı artık yetişkin bir kadın olarak gördüğümüz son bölümde ise artık ıssız kalmış bir eve dönen Ana bu kez de yıllar boyunca geliştirdiği canavar erkek simgesi ile yüzleşiyor.

Amer bir korku filmi gibi dursa da aslında bir kadının büyüme ve kendi cinselliğini bulma hikayesini anlatıyor. Bu ve benzeri konuları anlatan pek çok film izledik belki ama Amer bunu gerçekten de farklı bir şekilde yapıyor. Az diyalog kullanılmasının ve bildik anlamda bir hikaye yapısının olmamasının seyircinin bir kısmını sıktığı hissediliyordu ancak gerçekten başarılı bir yapımdı bana göre.

Ankara Film Festivali 2011 İzlenimleri – 1.Gün: Anna ile Dört Gece, Geceyarısı Sineması

Anna ile Dört Gece (Cztery Noce z Anna / Four Nights with Anna):

Ankara Film Festivali’nin bu yıl öne çıkan bölümlerinden biri JerzySkolimowski toplu gösterisi. Bu kapsamdaki 7 filmden ilk izlediğim film, yönetmenin 1991’de sinemaya ara verdikten sonra 2008’de dönüş yaptığı filmi Anna ile Dört Gece oldu. Film bize Polonya’nın küçük bir kasabasında bir hastanede çalışmakta olan Leon Okrasa karakteri ile tanıştırıyor. Yaşlı annesi ile beraber yaşayan Leon kendi halinde, kimseyle iletişim kurmayan bir hayat yaşıyor. Filmin başlarında annesinin de ölümü ile iyice yalnızlaşan Leon aynı hastanede hemşire olarak çalışan Anna’ya hastalıklı bir ilgi duyuyor. Her yerde onu izliyor. Evinin penceresinden de bir dürbün aracılığı ile onu takip etmekten geri kalmıyor. Bir gün Anna’nın evinin penceresinden girip her gece kullandığını gördüğü şeker kavanozuna uyku ilacı yerleştiriyor ve sonraki gecelerde onun evine girmeye başlıyor.

Filmde Leon karakteri son derece başarılı bir şekilde çizilmiş ve oynanmış. karakterin içe kapanıklığı, yalnızlığı ve kendine güvensizliği tüm boyutları ile karşımıza çıkıyor. Başroldeki Artur Steranko da bu karaktere başarıyla can vermiş. Leon karakterinin Anna’ya ilgisinin cinsel bir tarafı olduğu açık. Ama bunu hiç bir zaman somut bir hale getirmiyor. Onunla aynı odada olmak, aynı havayı solumak ona yetiyor adeta. Çok daha ileri gidebilecekken cinsel olarak Leon’ın yaptığı tek hareketin bir gece uyurken Anna’nın kazara ortaya çıkan göğüslerine dokunmak olduğunu görüyoruz. Ama onun asıl keyif aldığı şeyler Anna’nın giysisinde düşmek üzere olan düğmeyi dikmek ya da doğumgününün gecesinde ona arkadaşlarından biriymiş gibi hediye almak ve evine bırakmak. Bu tip ayrıntılarla güçlenen hüzünlü bir film Anna ile Dört Gece. Polonya sinemasını neden sevdiğimizi bir kez daha hatırlattı adeta.

Geceyarısı Sineması:

Geceyarısı Sineması bölümünde dört kısa ve bir uzun film vardı. Uzun film olan Şeytanı Gördüm (Akmareul Boattda / I Saw the Devil) filmini başka bir seansa bırakarak izlediğim kısa filmlerden bahsedeyim.

İngiltere’de yaşayan bir Türk yönetmen olan Can Evrenol’un Anneme ve Babama (To My Mother and Father) filmi yönetmenin önceki festivallerde izlediğimiz diğer kısa filmlerini hatırlayınca merakla beklenen bir yapımdı. Anne ve babasını korkutmak için yüzüne bir maske geçirip yatak odalarındaki dolaba saklanan Jimmy’nin anne-babasını sevişirken görmesi üzerine yaşananları anlatan film gayet başarılı bir korku filmiydi.

Bir teknik sorun nedeniyle iki kez izlemek zorunda kaldığımız Beaver Dam Efsanesi (The Legend of Beaver Dam), ilk izleyişte gayet eğlenceli olan ama ikincide aynı tadı vermeyen bir müzikal korku filmydi. Bizi bir şeytan çıkarma ayinine götüren Tanrının Gazabı (Deus Irae), yönetmenin daha büyük projelerde görsel efektleri başarılı bir şekilde kullanabileceğine dair bir gövde gösterisinden öte bir şey gibi gelmedi doğrusu. Geceyarısı Sineması’nın en başarılı kısası ise Sezon Dışı (Off Season) filmiydi. Filmde uçsuz bucaksız karların ortasında boş olduğunu düşündüğü bir eve giren, köpeği ile beraber dolaşan bir hırsızın başına gelenler çok başarılı bir atmosfer ile anlatılıyor. İzlenmeli.

22. Ankara Film Festivali Başladı

22. Ankara Uluslararası Film Festivali, 17 Mart 2011 tarihinde yapılan açılış töreni ile başladı. Ankara’nın bu en eski ve en uzun soluklu festivali bu yıl 27 Mart’a kadar sürecek. Festival gösterimleri Kızılay Büyülü Fener Sineması, bu festival için yeniden açılan Batı Sineması, Goethe Enstitüsü (Alman Kültür Merkezi) ve Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezsi’nde yapılacak.

Henüz 2 gününü geride bıraktığımız festivalin öne çıkan filmlerini şöyle sıralayabiliriz:

– Polonya’nın ünlü yönetmenlerinden Jerzy Skolimowski toplu gösterisi çerçevesinde ustanın 7 filmi
– Bong Joon-Ho’nun yeni filmi Ana (Madeo / Mother)
– Meksika devrimini anlatan kısa filmlerden oluşan Devrim (Revolicion / Revolution)
– Annemi Öldürdüm filmi ile tanıdığımız Xavier Dolan’ın yeni filmi Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires / Heartbeats)
– Avustralya’dan gelen Hayvanlar Krallığı (Animal Kingdom)
– Çakal Carlos’un hayatını anlatan Carlos
– Çek animasyon ustası Jan Svakmajer’in yeni filmi Hayatta Kalmak (Prezit Svuj Zivot (Teorie a Praxe) / Syurviving Life (Theory and Practice))
– Takeshi Kitano’nun yeni filmi Öfke (Autoreiji / Outrage)
– Tony Gatlif’in 2. DÜnya Savaşı’na çingeneler açısından bakan filmi Özgürlük (Korkoro / Freedom)
– Ken Loach’ın Irak meselesini gündemine aldığı Tehlikeli Yol (Route Irish)
– İtalyan sinemasından ülkenin tarihine farklı dönemlerden bakan Il Divo, Timsah (Il Caimano / The Caiman) ve Yenmek (Vincere / Victory)
– Anısına bölümünde yakın zamanda kaybettiğimiz Alain Corneau, Claude Chabrol ve Satoshi Kon’dan birer film
– 345 dakikalık süresi ile dikkat çeken Paris Komünü (La Commune (Paris, 1871))
– Cafer Panahi ve Mohammad Rasoulof’a Özgürlük bölümü kapsamında bu iki yönetmenden birer film
– Geceyarısı Sineması bölümünde Kim Ji-Woon’un çarpıcı filmi Şeytanı Gördüm (Akmareul Boattda / I Saw the Devil)

Bu filmler dışında festivalde pek çok uzun metrajlı filmin yanında bolca kısa film ve belgesel de yer alıyor. Festivaldeki filmlerle ve programla ilgili daha detaylı bilgiye http://www.filmfestankara.org.tr/ adresinden ulaşılabilir. Festivalde izlediğim filmlerle ilgili yorumlarım ise her zamanki gibi Sinema Manyakları’nda ve Gölge e-Dergi‘de yer alacak.

!f Ankara 2011 İzlenimleri – 3. Gün: Nuummioq, Buzlar Üzerinde, Yeşil Dalga, Gintama, Marwencol, Soğuk Balık

Nuummioq:

Grönland’ın ilk Oscar adayı olması ile dikkat çeken Nuummioq, bu büyük adanın uçsuz bucaksız doğası içinde yaşayan bir grup insanı getiriyor karşımıza. Malik’in başını çektiği üç kişilik grup bir yandan avcılık yaparken diğer yandan birbirlerine takılmayı da çok seven, hoşça vakit geçiren bir grup. İçinde buluındukları çevrede herkes adeta birbirini tanıyor. Özellikle Malik epey popüler bir genç gibi gözüküyor. Bir gün Malik’in durup dururken düşüp bayılması ile onun için her şey değişiyor. Ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrenen Malik bu noktada hayatını sorgulamaya başlıyor ve aşkı yeniden keşfediyor.

Aslında benzerlerini sıkça gördüğümüz bir hikaye. Ancak Malik’in hayatı değiştikçe giderek kendisini de adanın ıssız bölgelerine vurması ve buralarda yapılan çekimler ile öne çıkan bir film. Ayrıca ölümcül bir hastalık filmin ana teması ama bunu anlatırken seyirciye karşı bir duygu sömürüsü de yapmıyor ve dengeli bir anlatım sergiliyor. Çok önemli bir film olmasa da farklı bir ülkeden gelen bir sinemayı tanımak maksatlı izlenebilir.

Bu arada Hollywood filmlerinde hep gördüğümüz “bu filmde hiç bir hayvana zarar verilmemiştir” ibaresinin aksine filmin sonunda avlandığını gördüğümüz hayvanlar ile ilgili “filmdeki hayvanlar öldürülmüş, yenmiş ve bundan keyif alınmıştır” şeklinde bir ibarenin olması da dikkat çekiciydi..

Buzlar Üzerinde (On the Ice):

Günün ikinci filmi de yine soğuk bir atmosferde geçiyor. Bu kez mekan buzlarla kaplı Alaska. Bir kez daha bu soğuk atmosferde yaşayan gençleri görüyoruz. Aralarında gayet sıkı bir dostluk bulunan bu geçler zamaan zaman delikanlılık ateşine kapılıp kavga da edebiliyorlar. Doğal sayılabilecek olaylar bunlar aslında ama günün birinde bu kavgalardan biri gençlerden birinin kaza sonucu ölmesine kadar gidiyor. Buzulun ıssız bir bölgesinde gerçekleşen bu olayın bir tanığı yok. Kavga eden iki genç ve onları ayırmaya çalışırken olaya dahil olan bir diğeri. Sonuçta hayatta kalan iki genç ne yapacaklarını bilemezken bir süre düşündükten sonra arkadaşlarının buzun içine düştüğünü ve kaybolduğunu söylemeye karar veriyorlar. Ortada tanık yok belki ama insanın kendi vicdanından kaçması o kadar kolay değil.

Buzlar Üzerinde polisiye kalıpları da kullanan bir film ama asıl derdi suçluluk duygusu ile başetmeye çalışan ve öyle ya da böyle doğruyu yapmaya çalışan insanlar. Doğrusu bunu da gayet başarılı bir şekilde yapıyor. İddiasız ama izlenmesi gereken filmlerden.

Yeşil Dalga (The Green Wave):

2009 yılında İran’da gerçekleşen seçimlerin öncesinde özellikle genç kuşaktan Musavi’ye ciddi bir destek vardı. Seçimleri kazanması beklenirken Ahmedinecat’ın seçimleri bir kez daha kazandığı açıklandığında Musavi destekçileri seçimlere hile karıştırıldığını iddia ettiler ve İran karıştı. Bu dönemde Musavi destekçileri kendilerini göstermek için yeşil rengi kullandılar ve hareketlerine Yeşil Dalga adını verdiler. İşte bu film de söz konusu dönemde yaşananları anlatıyor.

Son dönemde dünyanın değişik yerlerinde iktidara karşı girişilen örgütlenmelerin hemen hepsinde olduğu gibi Yeşil Dalga hareeketinde de İnternet yoğun şekilde kullanıldı. Bu filmin de temel kaynakları o dönemde yaşananları sıcağı sıcağına aktaran blog yazarları, twitter mesajları ve You Tube videoları. Tüm bunları başarılı bir şekilde harmanlayan fim bir yandan da özellikle blog yazılarında anlatılanları geçtiğimiz yıllarda izlediğimiz Beşir’le Vals filmindekine benzer bir animasyon tekniği ile canlandırmış. Bu da filmin etkileyiciliğini arttırmış. Yakın dönemde yaşananlara da ışık tutabilecek başarılı bir belgesel.

Gintama (Gekijouban Gintama: Shin’yaku Benizakura Hen / Gintama: The Movie):

Japon animasyonlarını sinemalarımızda izleme şansımız çok fazla değil. Neyse ki festivallerde karşımıza çıkıyorlar. Özelikle !f’de her yıl en az bir Japon animesi izleyeceğimize emin olabiliriz. Bu yıl izlediğimiz Gintama önce manga olarak başlamış sonra televizyonda yayınlanmış bir animeye  dönüşmüş sonrasında ise festivalde izlediğimiz filmi yapılmış bir film. İzlemeden önce seriye aşina olmayan biri olarak karakterleri tanımıyor olmak bir sorun yaratır mı diye düşünüyordum. Eminim ki seriyi bilenler belli ayrıntılardan daha fazla keyif almışlardır ama seriyi bilmemenin çok büyük bir eksiklik yaratmadığı da söylenmeli.

Gintama samuray dünyasını daha modern bir dünya ile harmanlayan bir atmosferde geçiyor. Bolca şiddet ve kan içermesine rağmen çok da eğlenceli bir film. Özellikle filmin açılışı ve kapanışı çok eğlenceli. Filmin girişinde karakterler neden bir sinema filmi çekildiğine dair tartışıken bir yandan da hikayeye nereden gireceklerine karar vermeye çalışıyorlar, seyircilerden büyük kısmının beklemeden salonu terk ettiği filmin sonunda ise devam filminde ne olacağı ve ana karakterlerin kimler olabileceğine dair bir kavga kopuyor. Film kasabaya gelen gizemli suikastçi ile onu yakalamaya ve arkasındaki asıl gücü ortaya çıkarmaya çalışan iyi adamları anlatıyor. Aslında konusu çok da önemli değil. Gintama iyi kurgulanmış dövüş sahneleri, karakterler arasındaki ilişkiler ve tam yerinde gelen onlarca başarılı espiri için izlenebilir. Özellikle anime severler kaçırmamalı.

Marwencol:

Mark Hoganpark bir gece bar çıkışında o gece tartıştığı bir grup adam tarafından öldüresiye dövülür. Bunun sonucunda beyninde hasarlar kalan Mark hem ailesini ve arkadaşlarını yeniden tanımak hem de bir çocuk gibi normalde hiç düşünmeden yaptığı pek çok şeyi yeniden öğrenmek zorundadır. Bu süreç içinde Mark kendini bambaşka bir uğraş içinde bulur. Tamamen hayal dünyasında bir kasaba ve bu kasabada yaşayan karakterler yaratır, her birine birer yaşam hikayesi oluşturur ve bunları oyucak askerler, Barbie bebekler ve küçük model evler ve arabalar ile hayata geçirir. Mark kendisi ile birlikte ailesini ve arkadaşlarını da bu hayal dünyası içine katmış artık kendini gerçek dünyadan soyutlamıştır.

Yukardaki paragraf bir film senaryosunu değil gerçek bir olayı anlatıyor. Marwencol da bu olayı anlatan bir belgesel. Olayın kendisi ilginç zaten. Ayrıca Mark da ilginç bir insan (başına bunlar gelmeden de öyleymiş, hatta dövülmesinin nedeni de bu olarak gözüüyor). Ama herşeye rağmen hikaye bir film süresini dolduracak kadar dolu gözükmedi bana. Bazen belgesel yönetmenleri bir konuya kendilerini çok yakın hissettiklerinde o konuyu gereksiz yere uzatıyorlar. Her ne kadar bu filmin süresi çok uzun olmasa da (83 dakika) daha sıra sürede anlatılabileceğini düşünüyorum.

Soğuk Balık (Tsumetai Nettaigyo / Cold Fish):

Geceyarısı sineması olarak izlediğimiz Soğuk Balık birbirinden son derece farklı iki balıkçıyı getiriyor karşımıza. Her ikisinin de tropik balıklar sattıkları dükkanları olan Murata ve Shamoto bir gün bir tesadüf eseri karşılaşırlar. Shamoto kendi halinde bir balıkçı dükkanı işletirken yeni karısı ve kızı arasında sıkışıp kalmış durumda, son derece ezik ve içe kapanık bir adam görüntüsü çiziyor. Murata ise onun neredeyse tam tersi bir kişilik. Hem işlerini yürüttüğü balıkçı dükkanı çok daha büyük, yanında pek çok eleman çalışıyor, hem de genç  ve güzel karısı üzerinde tam bir otorite kurmuş durumda, aynı zamanda tümüyle dışa dönük bir karakter (kaba-saba olmanın sınırlarını zorlayacak kadar).Bu iki adam arasında zamanla bir dostluk kurulmaya başlıyor (aslında dostluk kelimesi durumu tam ifade etmiyor). 144 dakikalık bu filmin ilk bir saatinde özellikle Murata karakteri dolayısıyla sürekli tekinsiz bir atmosfer var ama bir kırılma anından sonra işin içine cinayet ve bol bol kan giriyor ve bu andan itibaren olaylar iyice değişmeye başlıyor.

Gerçek bir öyküye dayandığı söylenen Soğuk Balık gerçekten çarpıcı bir film. Ancak sonlara doğru olayların giderek daha da aşırı ve inanılmaz bir hale gelmesi o etkiyi biraz azaltıyor. Ayrıca Murata karakteri belli ki yönetmenin de isteğiyle son derece abartılı bir oyunculukla canlandırılmış. Büyük ihtimalle iki karakter arasındaki farkın altını daha da fazla çizmek için yapılmış bir tercih ama karakteri karikatür sınırlarına yaklaştırıyor. Halbuki o abartı daha bir sınırlar içinde kalsaymış filme olumlu yönde hizmet edebilirmiş. Yine de festivalin başarılı filmlerinden olduğunu söylemeli.

!f Ankara 2011 İzlenimleri – 2. Gün: Udaan, Lastik, Dönüş Treni, Sineklik, Dört Defa

Udaan:

Baskıcı bir baba ve onun boyunduruğundan kurtulmaya çalışan bir çocuk. Hint sinemasından gelen 134 dakikalık filmin tek konusu bu aslında. Festivallerde farklı filmler izlemeye alışkınız. Ne yazık ki Hint sinemasında gelen bu film festivaldeki belki de en klişe filmdi. Benzer konularda izlediğimiz filmlere göre hiç bir artısı olmayan film, türünün de sıradan örneklerinden biriydi doğrusu. Tek yönlü çizilen karakterler, vasat oyunculuklar vs. vs. Yine de ufak bir farktan bahsedilebilir belki de. Bir Hint filmi olmasının etkisiyle kimi sahnelerde arka planda konu ile uyumlu şarkılar da duyuyorduk, bu bir farklılıktı belki ama filmin lehine işleyen bir durum değildi (neyse ki dans yoktu…).

Lastik (Rubber):

Filmimizin kahramanı bir otomobil lastiği. Çölün ortasında duran bir lastik günün birinde hareketlenip ayağa kalkıyor ve yola çıkıyor. Önce çölde karşısına çıkan ufak tefek cisimlerin üzerinden geçerek tahrip eden lastik zamanla bundan çok hoşlanıyor ve bu sefer üzerinden geçerek öldürebileceği canlılara dikiyor gözünü. Karşısına üzerinden geçerek kıramayacağı/öldüremeyeceği cisimler ya da canlılar çıktığında bu işi telepati yoluyla da yapabileceğini farkediyor. Lastik otoyola ulaştığında ise artık karşımıza bol bol kafası telepati yolu ile patlayan insanlar çıkmaya başlıyor. B filmlerini aratmayacak bir hikaye gibi gözüküyor. Ancak filmin bir boyutu daha var. Daha en baştan bu lastiğin hikayesini izlemek için toplanmış bir seyirci topluluğu olduğunu da görüyoruz.  Aslında filmin asıl derdinin bu topluluk üzerinden sinema ve sinema seyircileri üzerine bir şeyler söylemek olduğu hissediliyor. Zaten filmin açılışında popüler Hollywood filmlerindeki sebepsiz yere olan bir takım örnekleri verirken onlara inanıyorsunuz da bir araba lastiğinin canlanıp telepati yoluyla insanları öldürebileceğine neden inanmıyorsunuz diyor adeta. Filmin finali de Hollywood kapılarında noktalanıyor zaten.

Lastik toplamda çok başarılı bir film değildi belki ama ilginç bir film olduğu tartışma götürmez. Sonrasında üzerine konuşmak üzere de epey malzeme veriyor doğrusu. Özetini okuyup merak edenler mutlaka izlemeli ama özetini okuyup bu nasıl hikaye böyle diyenlerin de uzak durmasını öneririm.

Dönüş Treni (Last Train Home):

!f’de her zaman belgesellerin önemli bir yeri oluyor. Dönüş Treni de bu yılki festivalin önemli belgesellerinden biriydi. Film yeni yılı aileleri ile geçirmek üzere Çin’in büyük şehirlerinden kırsal kesimlerine yolculuğa çıkan yaklaşık 130 milyon kişinin arasından bir karı kocanın yolculuğuna götürüyor bizleri. Bu çift daha çocukları çok küçükken (bir kız, bir erkek çocukları var) para kazanıp çocuklarına iyi bir gelecek sağlayabilmek umuduyla çalışmak üzere büyük şehre gitmişler. Anne-babalarını yılda bir kez görebilen çocuklarını ise büyükanne ve büyükbabaları büyütmüş. Belki çift çocuklarının geleceği için bunu yapmış ama bu durum aynı zamanda çocukları ile aralarının da açılmasına yol açmış. Bu nedenle gün gelip kızları da benzer bir seçim yapınca onun destekçisi olamıyorlar. Ne de olsa onlar için en önemlisi hala çocuklarının okuyup büyük adam olması.

Bu tip filmler her zaman akıllarda bir soru işareti uyandırır. Sıradan insanların hayatını bir film ekibi ile izlediğinizde gördükleriniz ne kadar inandırıcıdır acaba? Kamera karşısındaki insanların doğal olma çabası bile aslında bir yapmacıklık katmaz mı hareketlerine? Doğrusu burada da benzer bir soru oluşuyor kafalarda kaçınılmaz olarak. Ancak filmin bir yerinde ailesi ile bir tartışmaya giren genç kızın kameraya dönüp “gerçek beni görmek istiyordunuz, işte gerçek ben buyum” demesi ve babasının kızgınlığı filmin en azından bu kısmının tümüyle gerçek olduğunu izlenimini veriyordu. Aile için üzücü fakat filmin yapımcıları için şanslı bir an.

Dönüş Treni belki sadece bir ailenin hikayesini anlatıyor ama yönetmen söz konusu 130 milyon kişi içinde kimin hikayesini anlatırsa anlatsın belki çok benzer, belki tümüyle farklı ama mutlaka çarpıcı bir hikaye ile karşılaşacağı kesin. O yeni yıl için çıkılan yolculuktaki mahşeri kalabalığa dayanmayı göze alan ve ailelerini yılda bir kez gören insanların sıradan hikayeleri olamaz gibi geliyor insana (hoş zaten herkesin de kendine göre çarpıcı bir hikayesi yok mudur?). Aslında Çin’e kadar gitmeye de gerek yok. Ülkemizdeki mevsimlik işçilerden de nice hikayeler çıkacaktır.

Sineklik (La Mosquitera / The Mosquito Net):

Sineklik filmi geçtiğimiz Antalya Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümünde en iyi kadın oyuncu ödülünü ve SİYAD ödülünü kazanmıştı. Orada kaçırdığım bir filmdi ama burada izlemek kısmet oldu. Filmde üç kişilik çekirdek bir aile anlatılıyor. Görünüşte sıradan bir aile ama filmin başından itibaren ailenin üyelerinde bir takım tuhaflıklar olduğunu görmeye başlıyoruz. Ailenin tek oğlu Luis sürekli olarak sokakta bulduğu hayvanları eve getirmekte, bu hayvanlar da bir defa eve girdi mi evde kalmaya devam ediyor. Sonuçta evde yedi-sekiz adet köpek, bir o kadar da kedi var. Ailenin babası Miguel evin temizlikçisine karşı garip bir ilgi duyuyor. Sürekli bu genç kızla yan yana olabilmek için fırsat kolluyor ama sadece eline dokunmak bile ona yetiyor, herhangi bir cinsellik istemediği iddiasında (sonuç pek öyle olmuyor ama). Ailenin annesi Alicia ise bir gece içkinin de etkisi ile oğlunun en yakın arkadaşı ile beraber oluveriyor. Ailenin temel üyeleri böyleyken onları çevreleyen bir kaç kişi de pek normal değil. Alicia’nın kardeşi küçük sevimli kızını elinde sigara söndürmek gibi yöntemlerle büyütürken, Miguel’in anne-babası ie bambaşka bir alemdeler. Alzheimer olan annesinin yerine de babası düşünüyor ve konuşuyor. Film boyunca başlarına gelenlerden sonra film anlamlı bir final sahnesi ile bitiyor. Sahneyi anlatmayalım ama son noktada dışarıdan gelecek tehlikelere kapılarını kapayan çekirdek burjuva ailesi her türlü tuhaflığına/sapkınlığına rağmen öyle ya da böyle hayatını devam ettirecek mesajı verildiği söylenebilir.

Sineklik hafif gerçeküstü tarafları da olan, iyi oynanmış başarılı bir film ancak daha iyi bir film olmanın kıyısından döndüğü söylenebilir. Zaman zaman odağını kaybedip sağa sola savrulmasa daha başarılı bir film olacakmış. Yine de festivalin öne çıkan filmlerinden biri olduğu söylenebilir.

Dört Defa (Le Quattro Volte / The Four Times):

Dört Defa, !f İstanbul’un Keş!f bölümünün galibiydi. Bu nedenle festivalin Ankara ayağının da merakla beklenen filmleri arasındaydı. Film, yaşlı ve hasta bir çobanın hikayesi ile başlıyor. Ancak çok geçmeden filmin diğer ana karakterlerinin bir köpek, bir keçi ya da bir ağaç gibi canlılar olduğunu görüyoruz. Zaten filmde gördüğümüz insanlar da doğa ile iç içe yaşayan insanlar ve böyle bir ortamda tüm insanlar ve hayvanlar bütünleşmiş durumda. Film de bunun üzerine yoğunlaşıyor zaten ve doğumlar ve ölümler ile birlikte her şeyin bir döngü içinde olduğu doğadan bir kesit sunuyor bize.

Dört Defa kayıtsız kalınmayacak bir film ama her bünyeye göre olmadığını da söylemeli. Bazı filmler için festivaller dışında izleme şansımız yok denir ya işte öyle bir film. Hiç bir diyalog içermiyor (aslında 1-2 kelime geçiyor arada ama o da zaten çok rahat anlaşılabilecek basit kelimeler). Çok kişiye sıkıcı gelmesi için bir neden bu. Ancak filmin içine girince diyalog içerip içermediği unutuluyor bir noktadan sonra. Başarılı görüntü çalışması ile çok da uzun olmayan süresinin (88 dakika) nasıl geçtiği de anlaşılmıyor aslında.

!f Ankara 2011 İzlenimleri – 1. Gün: William S. Burroughs: İçerdeki Adam, Boyita’nın Son Yazı, Bir Avuç Cesur İnsan, Hala Buradayım, Noelden Sonraki Salı

William S. Burroughs: İçerdeki Adam (William S. Burroughs: A Man Within):

William S. Burroughs hakkındaki bu geniş kapsamlı belgesel kronolojik olarak bir hayat hikayesi anlatmaktan ziyade, Burroughs’un hayatındaki belli kavramlar üzerinden giderek onun hayatına bir bakış atıyor. Bunu da özellikle kendisini iyi tanıyan arkadaşları ile konuşarak yapıyor. Özellikle Burroughs’un otorite ile uyumsuzluğuna dikkat çeken film onun sadece muhafazakar toplum içinde aykırı bir yerde durmadığını, eşcinsel toplum içinde de uyuşturucu kullananlar içinde de sıradışı bir noktada durduğunu vurguluyor. Dönemin pek çok önemli isminin ona hayranlığını da görüyoruz filmde. Ancak filmde edebiyat dünyasına yaptığı katkıların çok fazla altının çizilmediğini düşünüyorum. Genellikle kişiliğinin aykırı yönleri üzerinde yoğunlaşılmış ama yazdığı kitapların önemi ve ona duyulan hayranlığın nedeni çok iyi anlaşılamıyor. Yine de üstadın ölümünden sonra onun hakkında yapılan ilk film olması ile önemli ve izlenmesi gereken bir yapım.

Boyita’nın Son Yazı (El último Verano de La Boyita / The Last Summer of La Boyita):

Henüz ergenlik dönemine yeni girmiş ya da girmek üzere olan iki çocuğun bir yaz boyunca yaşadıklarını anlatan bu film özetini okuduğunuzda beklediğinizden çok farklı noktalara gidiyor. Filmin başında artık bir genç kız olan ablası ile oynamaya çalışan Jorgelina ile tanışıyoruz. Babası doktor olan Jorgelina, ablasının yaşadığı değişimlere tanık oldukça kadın ve erkek anatomisi üzerine merak duymaya başlıyor ve doktor olan babasının kitaplarını inceliyor. Bu arada babasının bir süre önce aldığı çiftlikte de artık erkek olduğunu kanıtlamaya çalışan Mario ile tanışıyor. Filmin başında ana karakterimiz bu akıllı ve sevimli Jorgelina olacakmış ve filmde bu iki çocuğun bir yaz boyu yakınlaşmasını izleyecekmişiz gibi gözüküyor. Giderek ortaya çıkıyor ki her ne kadar olayları Jorgelina’nın gözünden görsek de filmin ele almak istediği konunun esas kahramanı Mario. Onun herkesten gizlediği bir sırrı var (her ne kadar seyirci tarafından çok çabuk anlaşılabilecek bir sır olsa da filmi izlemek isteyenleri düşünerek burada açık etmeyelim).

Boyita’nın Son Yazı, iyi yazılmış, iyi çekilmiş, sade ve iddiasız bir film. Eski festivallerde benzer bir konuyu ele alan çok daha iyi bir film izlemiştik açıkçası. Yine de iyi bir film ve özellikle başroldeki iki çocuğun gayet doğal oyunculuğu ile ön plana çıkıyor.

Bir Avuç Cesur İnsan:

Karadeniz Bölgesi’nde yapılmaya çalışılan yüzlerce hidroelektrik santrale (HES) karşı halkın tepkisini anlatan bu film, çeşitli açılardan başarılı bir belgeseldi. Yöre halkının Karadeniz’in nehirlerini yok etmeye doğru ilerleyen bu projeye karşı tepkisinn nedenlerini başarılı bir şekilde irdeliyor ve onların nehirlere olan bağını başarılı bir şekilde veren film bölge halkını da en doğal halleriyle görüntülüyordu. Bunun yanında kimi yerlerde bu tepkinin çok geniş bir katılım bulmadığının gösterilmesi de başarılıydı. HES’lere karşı yapılacak yürüyüşe ayağım ağırıyor bahanesiyle gelmeyenler, dolduruşa gelmeyin diyerek kahvede büyük bir rahatlıkla okey oynamaya devam edenler çarpıcı görüntülerdi. Ayrıca yönetmen Rüya Arzu Köksal’ın bundan önceki belgesellerinden Son Kumsal’da gördüğüm bir eksiklik bu filmde yoktu. Orada işin karşı tarafından gelen görüşlere yer verilmemişti. Burada ise HES projeleri içinde yer alan şirketlerden temsilciler ile projeyi destekleyen bakanlık yetkililerinin de görüşlerini izliyorduk. Zaten salondaki tepkiden anlaşılan projenin tarafında olan yetkilerin söyledikleri genel olarak makul gerekçeler olarak görülmüyordu.

Bir Avuç Cesur İnsan hem iyi bir belgesel oluşuyla hem de ele aldığı konunun önemi ile izlenmeye değer bir belgesel. Özellikle halk hareketlerinin bir sonuç sağlamadığı öne sürülen günümüzde gerçekten de üzerine gittiği konuları bir sonuca bağlayabilen bir halk hareketini görmek için önemli.

Hala Buradayım (I’m Still Here):

Geçtiğimiz yıl bir dönem Joaquin Phoenix’in oyunculuğu bıraktığına dair haberler çıkmaya başlamıştı. Phoenix bundan sonra karyerine hip-hop yaparak devam edecekti. İlk başta bu haberler çok fazla bir etki yaratmasa da o dönem çevirdiği filmlerden birinin promosyon çalışmaları için çıktığı David Letterman’ın talk-show’una hırpani bir vaziyette ve adeta uyuşturucu etkisinde katılması magazin basınında büyük bir etki yaratmıştı. Sonrasında pek çok yerde konu hakkında yorum yapılmaya başlandı, pek çok komedyen de onun hırpani halini taklit etmeye başladılar. Hemen hemen aynı zamanlarda Phoenix’in bu halinin bir kandırmaca olduğu, tüm bunların aslında Casey Affleck’in çekmekte olduığu bir filmin parçası olduğu haberleri çıkmaya başladı. Affleck ve Phoenix tarafından gelen açıklama ise Phoenix’in oyunculuğu bırakıp hip-hop’a geçmesi ile ilgili bir belgesel çekildiğinin doğru olduğu ama bunun bir kurmaca olmadığı yönünde idi. İşte Hala Buradayım bu sözü edilen film.

Phoenix’in çocukluk videoları ile açılan film, onun geçtiği çok zor bir dönemi anlattırken onun kendi ile yüzleşmesini anlatarak çocukluğunun geçtiği yere dönmesi ile kapanıyor. Filmin büyük kısmında gördüğümüz Phoenix ise Hollywood yıldızları atfedilen tüm kötülükleri bünyesinde toplamış bir kişilik adeta. Sürekli çevresine küfür ediyor, her zaman kafası dumanlı, uyuşturucu ve içkiyi bolca tüketiyor, gittiği yeni şehirlerde ilk yaptığı işlerden biri otel odasına fahişeleri çağırmak, vs. vs. Filmi izlerken Phoenix’i bu kadar kötü gösteren bir filmin gerçek olamayacağı yönündeki kanılarınız güçleniyor. Filmin sonundaki oyuncu listesinde büyük bir çoğunluğun isminin yanında “himself” ya da “herself” yazarken Joaquin’in babasını oynayan kişi olarak Tim Affleck ismini görmemiz (ki kendisi Affleck kardeşlerin babası oluyor esasen) olayın kurmaca olduğunu gösteren önemli bir nokta. Sonradan İnternet’te ufak bir araştırma gerçekten de her şeyin kurmaca olduğunu gösteriyor, başta gösterilen çocukluk videoları bile aslında günümüzde çekilmiş ve eski gibi gösterilmek için yıpratılmış görüntülermiş. Bu anlamda her ne kadar olayları gerçek hayatına yansıtmış olsa da filmdeki Joaquin Phoenix karakterine kurmaca bir karakter olarak bakmamız gerek. Joaquin Phoenix, Joaquin Phoenix karakterini başarılı bir şekilde canlandırmış doğrusu.

Filmin yakın zamanda başka festivallerde izlediğimiz Sofia Coppola’nın Somewhere filmi ile yakın bir akrabalığı var aslında. Her ikisi de hayatının boş olduğunu farkeden bir Hollywood yıldızının kendisi ile yüzleşmesini bambaşka yollarla anlatıyor ama sonuçta benzer noktalara ulaşıyor.

Noelden Sonraki Salı (Marti, Dupa Craciun / Tuesday, After Christmas):

Bir sevişme sonrası yatakta samimi bir diyalog içinde gördüğümüz bir çiftin görüntüsü ile başlayan filmde giderek bu çiftin evli olmadığını öğreniyoruz ve adamın karısı ve kızıyla tanışıyoruz. Her ne kadar evliliklerinde gözle görülür çok ciddi bir sorun olmasa da bir süre önce adam kızının dişçisi ile bir ilişki yaşamaya başlamış ve her ikisi de belli ki birbirlerine sırılsıklam aşıklar. Evlilik ve aşk temaları üzerinde dolaşan bu başarılı film son dönem atakta olan Romen sinemasından geliyor. Aslında filmde çok olağanüstü bir şey olmuyor. Klasik bir aşk üçgeni sonrasında bir evlilğin bitişi anlatılmış. Ancak bu o kadar doğal bir şekilde verilmiş ki takdir etmek lazım. Hiç bir abartma, seyircinin duygularını coşturma amacı yok. Her şey neyse o. Çoğunlukla sabit bir şekilde duran kameranın karşısındaki oyuncular da son derece başarılı. Özellikle kocasının ilişkisini bilmeyen kadının dişçiye gelerek kocasının sevgilisinden kızının sağlığı hakkında bilgi aldığı ve üçlünün ilk kez karşılaştığı sahne ya da artık ilişkisini itiraf etmek ihtiyacı duyan adamın normal bir konuşma sırasında birdenbire durumu itiraf etmesi sonucu gelişenlerin anlatıldığı sahneler çok başarılı.

Benzer konuları anlatan diğer filmlerden farklı yapısı ile bir kısım izleyiciye ne oldu yani şimdi dedirtse de soğukkanlı ve gerçek yapısı ve başarılı oyunculukları ile izlemeye değer bir film.

SİYAD: Son Üç Ayın Top 10 Listesi (27 Şubat 2011)

Geçtiğimiz haftasonu Natalie Portman’a hem Bağımsız Ruh Ödülleri’nde hem de Oscar’larda birer en iyi kadın oyuncu ödülü getiren (ve bence on Oscar adayının en iyisi olan) Siyah Kuğu (Black Swan) SİYAD’ın son üç ayın en iyileri listesinde de önemli bir farkla birinci sıraya oturdu. Ayrıca Coen biraderlerin yeni filmi İz Peşinde (True Grit) her ne kadar Oscar’lardan eli boş dönse de SİYAD listesine sekizinci sıradan giriş yaptı. Çapkın (Spread) filminin ise üç aylık süresini doldurarak listeyi terk ettiğini görüyoruz.

Önümüzdeki hafta gösterime girecek olan Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone) filmi de Bağımsız Ruh Ödülleri’nde öne çıkan filmlerden biriydi. Önümüzdeki haftanın listesinde bu filmi de görebiliriz.

Sıra

Geçen Haftaki Sıra

Film Adı

Ortalama Notu
(4 üzerinden)

1

Siyah Kuğu (Black Swan)

3.47

2

1

5 No’lu Cezaevi 1980-1984

3.25

3

2

Benim Adım Aşk (I Am Love)

3.13

4

3

Dövüşçü (The Fighter)

3.13

5

4

Zoraki Kral (The King’s Speech)

3.06

6

6

Aslı Gibidir (Certified Copy)

2.93

7

7

Çölde Kutup Ayısı (The Misfortunates)

2.83

8

İz Peşinde (True Grit)

2.82

9

8

Karmakarışık (Tangled)

2.75

10

9

Biutiful

2.71


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Mart 2011
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: