Bu haftaki program konuları:
Antalya Altın Portakal Film Festivali
Engelsiz Filmler Festivali
İstanbul Film Festivali
David Lynch filmleri toplu gösterisi
Haftanın Vizyon Filmleri:
-Bina
-Geriye Kalanlar (The Rest of Us)
-Tek Başına (Alone)
-Polaroid
Archive for the 'Haberler' Category
Kanal B – Günce Programı (15 Ekim 2020)
Published 27 Şubat, 2021 Ödüller/Festivaller , Günce , Haberler , Sinema Leave a CommentDavid Prowse Anısına
Published 2 Aralık, 2020 Arşiv , Haberler , Sinema Leave a CommentEtiketler:David Prowse, Star Wars

28 Kasım 2020 günü, orijinal Star Wars üçlemesinde Darth Vader maskesinin arkasında olan ve filmde kimsenin yüzünü görmediği David Prowse’u kaybettik. 2010 yılında ülkemize geldiğinde onunla çok keyifli bir söyleşi yapma fırsatı bulmuştum. O tarihte Gölge e-Dergi’de yayımlanan bu söyleşiyi, David Prowse anısına buraya alıyorum.
Unutmayalım ki o dönemde, yeni Star Wars üçlemesi (Bölüm 7, 8 ve 9) henüz ortada yoktu, Lucas Film Disney’e satılmamıştı ve bir İngiliz olan Henry Cavill, Superman olarak seçilmemişti.
——————————————–
Geçtiğimiz ay (Eylül 2010), Star Wars serisinde Darth Vader maskesinin altındaki adam olan Dave Prowse ülkemizdeydi. Prowse JBC Yayıncılık tarafından Türkiye’ye özel olarak hazırlanan Darth Vader çizgi romanının imza gününe katılmak üzere ülkemize geldi ve Ankara’da bir, İstanbul’da iki adet olmak üzere üç imza gününe ve bir Star Wars partisine katıldı. Biz de henüz imza günleri başlamadan önce Ankara’da kaldığı otelde kendisi ile özel bir söyleşi yapma fırsatı bulduk. Söyleşinin gerçekleşmesindeki katkılarından dolayı JBC Yayıncılık’tan Ertan Ergil’e teşekkür ederiz.
Ülkemize hoş geldiniz Bay Prowse. Sizinle tanışmak bir şeref.
Siz çok tanınan bir film serisinin çok önemli bir parçasısınız. Bugün çok büyük bir fenomene dönüşmüş bir seri bu, çok büyük fan grupları var. İlk filmi çekerken böyle bir başarı hayal etmiş miydiniz?
Hayır. Bu kadar büyük bir film olacağını hiç düşünmemiştim. İlk filmi çekerken bu benim için sadece diğerleri gibi bir filmdi. Hatta ikincisi ve üçüncüsünün olacağını bile bilmiyordum. Hatta kimi zaman çok başarılı olmayacağını bile düşündüm. Çünkü filmi çekerken özellikle özel efektler ile ilgili sorunlar yaşadık. Ya hazır değillerdi ya da istenen şekilde olmuyordu. Sette de çeşitli problemler yaşadık.
İlk filmin yapımının çok zor olduğunu biliyoruz. Hatta pek çok stüdyo filmi kabul etmemiş ve sonunda 20th Century Fox filmi yapmayı kabul etmiş.
Doğrudur. 20th Century Fox’un bir filmiydi. George Lucas’la da ilk kez Star Wars’un yapımından bir süre önce Fox’un ofisinde görüştük. Beni Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange (Otomatik Portakal) filminde görmüş ve bana bir rol teklif etmek istemiş. Bu arada A Clockwork Orange’ın benim için çok önemli bir film olduğunu da eklemek isterim. Çok kısa bir süre gösterimde kalabildi ama Kubrick bu filmle ilgili pek çok ölüm tehdidi almıştı. Çok kısa bir süre gösterilmiş olmasına rağmen şanslıyım ki George Lucas görmüş, beni beğenmiş ve 5 yıl sonra Star Wars çekileceği zaman beni hatırlamış. Londra’ya geldiğinde de beni aradığına dair haber geldi ve kendisiyle Fox’un ofisinde buluştuk.
Lucas bana önce Chewbacca rolünü önerdi. Nasıl bir şey dediğimde kıllı bir gorile benziyor cevabını alınca oynamak istemedim. Oynayabileceğim başka bir rol yok mu deyince filmin en kötü karakteri var bir de dedi. Ben de bu rolü kabul ettim.

Ancak filmde yüzünüz de hiç görünmüyor, sesiniz de hiç duyulmuyor aslında.
Aslında her üç filmde de sette ben konuştum. Ancak ilk filmin çekimlerinin ortasında sonradan seslendirme yapılması gerektiğine karar verildi. Çünkü ne söylersem söyleyeyim bir maskenin arkasında konuşuyordum. Her ne kadar sette herkes beni duysa ve anlasa da ses film için uygun değildi. Lucas da bunu dert etmememi, çekimler sonrasında tüm diyalogların tekrar kaydedileceğini söyledi. Ben de sonradan stüdyoya girip kendimi konuşacağımı zannetmiştim doğrusu. Film bittiğinde stüdyodaki çalışmaları yapmak için Amerika’ya gittiler. Bu durumda karşılarına iki seçenek çıktı. Ya beni Londra’dan Amerika’ya getirteceklerdi ya da Amerikalı çok tanınmış bir dublaj sanatçısını kullanacaklardı. Maliyetinin daha az olacağını düşünerek ikinci seçeneği seçmişler. Ama seslendirmeyi yapan James Earl Jones’un sesi de gerçekten çok başarılıydı.
Serinin en önemli anlarından biri Darth Vader’ın Luke’a babası olduğunu söylediği andır. Sizin bu sahnede Darth Vader’ın söylediklerini önceden bilmediğiniz, sonradan seslendirmede değiştirildiği söylenir. Gerçekten doğru mudur bu bilgi?
Gerçekten de bilmiyordum. Filmi seyirciyle beraber ilk seyrettiğimde ben de onlar gibi ilk kez duyuyordum bunu ve çok şaşırdım.
Bu arada ilginç bir bilgi de vereyim size. Ben henüz James Earl Jones ile hiç tanışmadım. Yakın zamanda Londra’ya bir tiyatro oyunu oynamaya gelmişti. O dönem James Earl Jones’un oğlundan babasının benimle tanışmak istediğine dair bir telefon aldım. Ancak ben de o dönem Londra’da değildim. Hatırlarsanız bir ara yanardağ patlamış ve küller nedeni ile tüm uçuşların iptal olmuştu. İşte o günlerde oluyor bu. Bir süre o Londra’yı ben de kaldığım yeri terk edemedik. Küller dağıldığında da Amerika’ya dönmesi gerekti ve bu yüzden hala karşılaşabilmiş değiliz. Ama birkaç hafta önce evimde oturup televizyon izlerken bir telefon çaldı ve telefonda “Ben James Earl Jones” diyen görkemli bir ses vardı. Şöyle bir titredim doğrusu. New York’dan arıyormuş ve Amerika’ya yolum düştüğünde artık görüşelim dedi. Planlamayı yaptık, umuyorum ki Ekim ayında kendisiyle bir yemek yiyeceğiz.
Üçüncü filmde sonunda Darth Vader’ın yüzünü görürüz ama gördüğümüz yüz yine sizin değildir.
Evet. Bu kez Sebastian Shaw’un yüzünü görürüz. Sanırım Shaw, Sir Alec Guinness’in arkadaşıydı ve bu nedenle onun ricası ile filme dahil oldu. Ama zaten o sahnede yoğun bir makyaj vardı. Bu nedenle ben oynasaydım bile muhtemelen beni hiç tanıyamayacaktınız. Hatta bu nedenle oynamadığıma memnun bile sayılırım.
Yeni üçlemede ise Darth Vader’ın gençliğini Hayden Christensen oynadı. Bu filmler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Filmleri izledim ama çok sevmedim. Özellikle The Phantom Menace berbattı. Hele o Jar Jar Binks yok mu. Ama asıl sorun filmler arasındaki zaman ve teknoloji uyumundaki problemdi bence. Sonradan çekilen Episode 1-2-3’de inanılmaz bir teknoloji vardı. Ama bizim çektiğimiz Episode 4-5-6’da elimizde öyle bir teknoloji yoktu ve filmler de bunu yansıtıyordu. Halbuki sıralamaya baktığınızda hikayede önce büyük bir teknoloji varken sonra birdenbire o teknoloji kaybolmuş gibiydi. Ben hala eski üçlemenin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bence George Lucas yeni üçleme ile hikaye anlatmaktan çok teknoloji ile neler yapabileceğini göstermek istedi.
En fazla tanındığınız rolünüz Darth Vader ama oynadığınız ya da oynamak istediğiniz sizin için özel başka bir rol var mı?
Oynamak istediğim bazı rollere çok yaklaştım ama sonuçta olmadı. Mesela Bond filmlerindeki Jaws rolü. Daha önce birkaç Bond filmi çekmiş olan Guy Hamilton çekilecek yeni film için benimle bağlantıya geçmiş ve bir Bond filminde kötü karakteri oynamayı düşünüp düşünmediğimi sormuştu. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Ne yazık ki filmin çekimleri başlamadan önce Hamilton kovuldu ve Lewis Gilbert filmin yönetmeni olarak seçildi. O da Richard Kiel’ın bu rolü oynamasını istedi.

Peki ya Superman? Bu film için Christopher Reeve’e vücut çalıştırdığınızı biliyoruz. Siz bu rolü oynamayı ister miydiniz?
Hayatımda hiçbir rolü oynamak için bu kadar uğraşmadım. Fakat hem yönetmen, hem yapımcı, hem de kast yönetmeni tarafından ayrı ayrı reddedildim. Fizik olarak tam istediğimiz gibisin dediler. Uzun boy, kaslı bir vücut, güçlü kollar. O zamanlar gerçekten iri ve kaslı idim. Ama Superman bir Amerikan kahramanı, onu mutlaka bir Amerikalı oynamalı dediler. Bir İngiliz’in bu rolü oynamasına sıcak bakılmadı. Amerikan seyircisinin bu durumu kabullenemeyeceği düşünüldü.
Star Wars için üretilmiş pek çok materyal var ve dünyanın dört bir köşesinde de bu ürünleri toparlayıp koleksiyon yapan insanlar mevcut. Sizin kendinize özel bir Star Wars koleksiyonunuz var mı?
Birkaç parça bir şeyler olsa da öyle önemli bir koleksiyonum yok. En önemlisi, çekimlerde kullandığımız maskelerden biri halen bende. Bir de sevdiğim bir heykelim var. Onlar dışında çok fazla bir şey yok.
Son zamanlarda George Lucas ile bazı sorunlar yaşadığınızı duyduk. Resmi Star Wars toplantılarına katılmanız yasaklanmış. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Doğrusu bu konu hakkında çok fazla konuşmak istemiyorum. Ama yaşadığım problemin George Lucas ile olmadığını vurgulamalıyım. O çok iyi bir yönetmen ve iyi bir insandır. Fazla konuşmayı sevmez, onunla uzun bir muhabbete giremezsiniz o kadar. Ama dediğim gibi iyi bir insandır. Benim yaşadığım problem Lucasfilm şirketi ile. Şirket ile zaten bir takım problemlerimiz vardı. Yaptığım söyleşilerde bana bununla ilgili sorular sorulduğunda her şey çok güzel gidiyor demek yerine gerçek düşüncelerimi söyledim. Onlar da şirket olarak benim söylediğim bazı sözlerin onlar tarafından kabul edilemez olduğuna karar verdiler ve Lucasfilm’in düzenlediği etkinliklere katılmamı engellediler. Özellikle “Celebration V”a katılamadığım için üzgünüm (“Celebration” etkinlikleri, Lucasfilm’in Star Wars serisi için önemli olan günlerde düzenlediği büyük etkinlikler. 1999 yılından beri 5’i Amerika’da olmak üzere tüm dünyada 7 adet “Celebration” etkinliği gerçekleştirildi. Dave Prowse, Ağustos 2010’da yapılan etkinliğe katılamadığından bahsediyor – HND’nin notu).
Darth Vader’ı canlandırmadan önce vücut çalıştığınızı ve halter sporu ile uğraştığınızı biliyoruz.
1960 benim için önemli bir yıldı bu konuda. Vücut geliştirme ile ilgili önemli bir şampiyonaya katılmıştım. Müsabaka sonrası hakemlerin başkanı yanıma gelerek bana asla birinci olamayacağımı söyledi. Ben de şaşırdım ve neden diye sordum. O an oradaki en iri yarışmacı bendim, gerekirse daha da çok çalışırdım. Bana fiziğimde hiçbir sorun olmadığını ama ayaklarımım çok çirkin olduğunu söyledi. Çok anlam veremedim ama anladım ki vücut geliştirme sporunda benim için pek bir gelecek yoktu. Ben de güçlü kuvvetli olduğum için halter sporuna geçiş yaptım. 1961 yılında İngiltere’deki ulusal şampiyonada üçüncü oldum, 1962’de ise birinciydim. Aynı yıl Avustralya’daki şampiyonada İngiltere’yi temsil ettim. 63 ve 64’de yine İngiltere’de birinciydim. 64’de Tokyo’daki olimpiyatlara katılmak üzere çalışıyorduk ama son saniyede bütçe kısıtlarından dolayı Tokyo’ya gidecek takımda kısıtlamaya gittiler ve ben de Tokyo’ya gidemeyenler arasında yer aldım. 1968 Olimpiyatları için çalışmaya devam ettim ama o tarihte rakiplerim de çok güçlenmişti. Olamadı.
Halen gayet iyi gözüküyorsunuz. Vücut çalışmaya devam ediyor musunuz?
Yakın zamanda geçirdiğim bazı hastalıklardan dolayı bir süredir durdurmak zorunda kaldım ama çok düzenli olmasa da çalışmaya hep devam ettim.

Türkiye’ye özel olarak hazırlanan Darth Vader çizgi roman kitabının imza günlerine katılmak üzere ülkemize geldiniz. Daha önce Türkiye’yi ziyaret etmiş miydiniz?
Yıllar önce bir tatil için gelmiştim. Çok güzel bir sahil beldesiydi. Şu anda adını hatırlamıyorum ama orada çok güzel bir tatil geçirmiştim.
Peki Darth Vader çizgi romanını nasıl buldunuz?
Çok güzel gerçekten. Ben gazete kağıdına benzer bir baskı bekliyordum, cildi ve baskısı çok kaliteli olmuş, çok beğendim.
Ülkemizde de gayet geniş bir Star Wars hayran kitlesi var. Eminim ki önümüzdeki imza günlerine ve düzenlenen partiye büyük bir katılım olacaktır. Umarım ziyaretinizden memnun kalırsınız. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Umarım güzel bir söyleşi olmuştur.
Kanal B – Günce Programı (24 Eylül 2020)
Published 26 Eylül, 2020 Ödüller/Festivaller , Günce , Haberler , Sinema Leave a CommentBu haftaki program konuları:
Adana Altın Koza Film Festivali
Ayvalık Film Festivali
Haftanın Vizyon Filmleri:
-Sekiz Yüz (Ba Bai / The Eight Hundred)
-Kovan
-David Copperfield’ın Çok Kişisel Hikayesi (The Personal History of David Copperfield)
-Ormandaki Cadı (Witches in the Woods)
-Ölümsüzlerin Savaşı (The Immortal Wars: Resurgence)
-Randıman
-Cin Baskını
Ankara Film Festivali
Published 26 Eylül, 2020 Ödüller/Festivaller , Haberler , Sinema Leave a Comment
Geçen hafta, ülkemizde sinemaların yeniden açılması sonrasındaki, klasik anlamda kapalı salonlarda yapılacak olan ilk festivalin, Ankara Film Festivali olacağından bahsetmiştik. 3 Eylül tarihinde açılışı yapılan festivalde film gösterimleri 4 Eylül Cuma günü başlıyor ve bir hafta sürecek. Pandemi koşullarından dolayı, 2 salonda, günde 3’er seans olarak film gösterimleri yapılacağı için, festivalde alışık olduğumuz film sayısı biraz azalmış durumda. Festivalde bakanlığın sinemalar için uygun bulduğu tüm kuralların yanında ek önlemlerin de alındığı notunu düşelim ve programa bir göz atalım.
Öncelikle ulusal film yarışmalarında gösterilecek filmlerin listesini verelim:
Ulusal Uzun Film Yarışması:
- Aşk, Büyü, vs. / Ümit Ünal
- Bilmemek / Leyla Yılmaz
- Ceviz Ağacı / Faysal Soysal
- Kovan / Eylem Kaftan
- Omar ve Biz / Maryna Er Gorbach, Mehmet Bahadır Er
- Şair / Mehmet Emin Yıldırım
- Topal Şükran’ın Maceraları / Onur Ünlü
- Uzak Ülke / Erkan Yazıcı
- Uzun Zaman Önce / Cihan Sağlam
Ulusal Kısa Film Yarışması:
- Akvaryum / Anıl Kaya, Özgür Önurme
- Barê Giran (Ağır Yük) / Yılmaz Özdil
- Çamaşırsuyu / Büşra Bülbül
- Evde Yok / Murat Emir Eren
- Huşbe! (Sus!) / Nursel Doğan
- İklim Değişimi / Yasemin Demirci
- Meryem Ana / Mustafa Gürbüz
- Münhasır / Yeşim Tonbaz Güler
- Servis / Ramazan Kılıç
- Topanga / Ayçıl Yeltan
- Tor / Ragıp Türk
- Veger (Dönüş) / Selman Deniz
- Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye / Yavuz Akyıldız
- Yasemin Adında Bir Salon Bitkisi / Erinç Durlanık
Ulusal Belgesel Film Yarışması:
- Ada’m / Turgay Kural
- Asfaltın Altında Dereler Var! / Yasin Semiz
- Ege’nin Son Baharı / Onur Erkin
- Enstantane / Hakan Aytekin
- İçimdeki Küller / Ayten Başer Yetimoğlu
- Kadınlar Ülkesi / Şirin Bahar Demirel
- Kuyudaki Taş / Gökçin Dokumacı
- Ovacık / Ayşegül Selenga Taşkent
- Oyuncakçı Saklı Yadigarlar / Yağmur Kartal
- Sessizliğin Gözyaşları / Ali İhtiyar
- Tenere / Hasan Söylemez
Birisinde SİYAD jürisi, diğerinde ise ön jüri olduğum için, Ulusal Uzun ve Ulusal Kısa Film yarışmaları ile ilgili bir yorum yapamıyorum şimdilik. Ancak belgesel yarışmasından, Ankara’nın unutulan dereleri ile ilgili bir film olan Asfaltın Altında Dereler Var ve 80’li yıllarda Mardin’de çekilen bir fotoğrafın izini süren Enstantane filmlerini önerebilirim. Ovacık ve Tenere de merak ettiğim filmler.
Dünya Sineması:
Bu yıl, bu bölüm, Anısına, Vişegrad Dörtlüsü ve Festivallerden adı altında, 3 alt bölüme ayrılmış durumda.

Anısına bölümünde, her ikisinin de doğumlarının 100. yılı olması vesilesiyle, Federico Fellini ve Éric Rohmer’in birer filmi gösterilecek. Fellicini’nin Aylaklar (I Vitelloni) filmi, usta yönetmenin ilk dönem filmlerinden biri. Yönetmenin daha sonraki filmlerine göre daha gerçekçi bir damardan geldiği söylenebilir. Claire’in Dizi (Le genou de Claire) ise Rohmer sinemasının tüm özelliklerini taşıyan bir film. Her iki filmi de özellikle hiç izlememiş olanlara öneriyorum. Kendi adıma, tekrar izlemeye çalışacağım.

Vişegrad Dörtlüsü, son birkaç senedir festivalin içinde yer alan bir bölüm. Bu bölümde Çekya, Macaristan, Polonya ve Slovakya’dan filmler gösteriliyor. Zor ve tatsız günlerden geçtiğimiz bu yıl, bu bölüm için komedi filmleri seçilmiş. Zoltán Fábri’nin Profesör Hannibal’ı (Hannibál tanár úr) bu seçkinin en ünlü filmi. Jirí Menzel’in Kardelen Festivali (Slavnosti snezenek) de adını duyduğumuz bir filmken Frigyes Ban ve Vladislav Pavlovic’in Aziz Peter’in Şemsiyesi (Szent Péter esernyöje) ve Andrzej Munk’un Eroica’sı ise ilginç keşifler olacak gibi gözüküyor.

Festivallerden bölümü ise bu yıl 6 yeni filmden oluşuyor. Bu bölümün ön plana çıkan filmi, hiç kuşkusuz ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi olan Christian Petzold’un Undine’si. Üstelik yine Paula Beer ve Franz Rogowski ile çalışmış. Petzold’un Paula Beer öncesindeki favori oyuncusu Nina Hoss ise Seçmeler (Das Vorspiel) filmi ile karşımızda. O da geçen senenin epeyce adı duyulan filmlerinden biriydi.
Geçtiğimiz yıllarda Uçan Süpürge’de filmlerini izlediğimiz Ulrike Ottinger’in otobiyografik belgeseli Paris Calligrammes da festivalin en merak ettiğim filmlerinden biri. Tıpkı, Buñuel, Kaplumbağaların Labirentinde (Buñuel en el laberinto de las tortugas) adlı animasyon gibi. Arne Körner’in Gasmann’ı ve Danilo Caputo’nun Rüzgârı Eken (Semina il vento) filmleri ise seçkinin bu bölümünün keşifleri olacak gibi duruyor.
İşte pandemi şartları altında nasıl bir ortamda gerçekleşeceğini merakla beklediğimiz ilk festivalin programı bu şekilde. Seyircinin ne kadar ilgi göstereceği, sonraki festivaller için de belirleyici olacak sanırım.
Sağlıklı festivaller dileğiyle, haftaya görüşmek üzere.
(Bu yazı ilk olarak, 4 Eylül 2020 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)
Kanal B – Günce Programı (17 Eylül 2020)
Published 21 Eylül, 2020 Ödüller/Festivaller , Günce , Haberler , Sinema , Televizyon Leave a CommentBu haftaki program konuları:
Ankara Film Festivali
Adana Altın Koza Film Festivali
Ayvalık Film Festivali
Haftanın Vizyon Filmleri:
– Radyoaktif (Radioactive)
– Duvara Karşı (Gegen die Wand / Head-On)
– Scoob!
– After Paramparça (After We Collided)
– Ajan Jade Black (Agent Jade Black)
– Ben Böyle Şansın
Kanal B – Günce Programı (3 Eylül 2020)
Published 12 Eylül, 2020 Ödüller/Festivaller , Günce , Haberler , Sinema , Televizyon Leave a Comment2015 yılından beri düzenli olarak konuk olduğum, Kanal B’deki Günce programındaki sinema sohbetlerimizi de bundan böyle bloga eklemeye karar verdim. Sinema ile ilgili yazıp çizdiklerimle beraber dursun.
Sinemalar tekrar açıldıktan sonra yaptığımız ilk programda, pandemi döneminde neler oldu, bundan sonra neler olabilir, Tenet bekleneni verdi mi gibi konuları konuştuk ve Ankara Film Festivali’nden bahsettik.
Olur da, önceki programları merak ederseniz bir kısmına şuradan erişebilirsiniz:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLqulVPrPpRW9G6XWU0JsHcwIu_QYADqf3
Geçtiğimiz hafta boyunca sinema gündeminde çok fazla yeni bir olay olmadı. Cinemaximum’ların açılması ile ülkedeki sinema salonlarının büyük bir bölümünün açılmış olacağını söylemiştik. Öyle de oldu ama izleyici sayısı beklenilen seviyeye ulaştı mı, tartışılır. Madem öyle, geçen hafta sonunun izleyici sayılarına bakarak durumu değerlendirmeye çalışalım(*).

7-9 Ağustos 2020 tarihleri arasında, 4 yeni film gösterime girmişti. Pandemi öncesi gösterime giren filmlerin de eklenmesi ile toplam 25 film gösterimdeymiş ve bu filmlerin toplam seyirci sayısı 16.155 olmuş. Yaz ayları zaten seyirci sayısı açısından düşüktür ama bir önceki yılın aynı hafta sonu ile karşılaştırmak gerekirse, 2019 yılında toplam 30 film vizyondaymış ve bunlara toplam 286.983 bilet satılmış. Görüldüğü gibi, önemli bir fark var. Belli ki henüz seyirciler sinemaya gitmek konusunda çok istekli değil. Elbette, kurallar gereği, salonlar tam kapasite ile çalışamadığı için, seyirci salonlara dönmeye başladığında da, eski sayıların bulunmasının çok zor olduğunu eklemek gerek.
Gösterime yeni giren filmlerin de seyirciyi geniş kapsamda salonlara çekecek filmler olmadığını da unutmamalıyız. Haftanın yeni filmlerinden en fazla seyirci çekebileni, 47 Metre Derinde: Kafes olmuş ki, o da 1.895 seyirci ile ancak 3. sıradan listeye girebilmiş. Haftanın diğer yeni filmleri Gece Nöbeti, Şeytanın El Kitabı ve Bir Yalnızlık Şarkısı ise sırasıyla dördüncü, yedinci ve ondördüncü sırada kendilerine yer bulabilmişler. Bu filmlerin, normalde de çok seyirci çekmeyeceğini kabul etmemiz lazım. Yeni normalde, potansiyellerinin de altında kalmaları kaçınılmazdı. Mart ayından kalan Bloodshot ve Zengo’nun listede ilk iki sırada olması, seyircinin belli ölçüde ilgisini çekebilecek filmler gösterime girmeye başladığında, salonların kısmen dolabileceğini gösteriyor. Geçen hafta da söylediğimiz gibi, bu konuda tüm sektör, Tenet’e kilitlenmiş durumda. Geçtiğimiz hafta içinde, bu filmin biletlerinin satışa çıkmış olduğunu da belirtelim. Bu satırlar yazılırken, en azından IMAX salonları için biletler de yavaş yavaş satılmaya başlamıştı. Normalde bu salonların büyük bir kısmı için biletler çok azalmış olurdu. Şimdilik, o seviyede değil ama sağlıklı bir değerlendirme için, ilk hafta sonu sayılarını beklememiz gerekecek. O zamana kadar, her hafta seyirci sayısının ufak da olsa artarak, seyircilerin sinema salonlarına tekrar alışma sürecine girmesini umacağız sanırım.

Salonlardaki tedbirler ve genel ortam:
Yeni filmlere gitmeye başladığım için bu konuda sosyal medyadan sıkça soru aldım. Buradan cevap vereyim. Öncelikle şunu belirtmeliyim, geçen hafta izlediğim filmlerin hepsinde salonda tek başımaydım. Kendi adıma, boş olabilecek seansları kovaladım ama genel olarak diğer filmlerde de çok fazla seyirci olmadığını gözlemledim. Bu nedenle salonda insanlar sosyal mesafe ve maske kurallarına uyuyor muydu, bunu değerlendirebilecek bir durum olmadı. Biletler sosyal mesafe kurallarına uygun bir şekilde satılıyordu. Cinemaximum’un online satışları ile ilgili kafamda bir soru işareti var ama kendilerinden henüz bu konuda bir cevap alamadım. Haftaya bu konuyu netleştirebilirim.
Sinema personelleri sürekli maske ile dolaşıyorlar. Siperlik takanları da mevcut. Bu konuda bir sorun yok. Filmler bittiğinde temizlik personelinin de salonlara girdiğini gördüm genellikle. Tuvaletlerde, lavabolar ve pisuarlar da sosyal mesafe kuralları dikkate alınarak düzenlenmiş ve birbirine yakın olanlardan birer tanesi kullanıma kapatılmış.
Gelelim en tartışmalı olabilecek konuya. Salon içinde yeme-içmenin serbest olması. Bu konuda ilk çıkan haberler, bakanlığın hazırladığı kurallarda buna izin verilmeyeceği yönünde idi. Ancak sonradan bu konu, belli bir şart dâhilinde sinemaların inisiyatifine bırakıldı. Şu anki kural, salonlarda yeme-içmeye müsaade edilmesi durumunda seyirciler arasında en az ikişer koltuk boşluk bırakılması, yeme-içmeye müsaade edilmemesi durumunda en az birer koltuk boşluk bırakılması gerektiği yönünde. Geçen hafta gittiğim tüm sinemalarda salonda yeme-içmeye izin verilmişti, hatta Cinemaximum’larda her bilet alana, ücretsiz mısır-içecek menüsü veriliyordu. Salonda tek kişi olunca bu konu sorun olmadı ama kendi adıma, herkesin maskesini indirerek mısır yediği ve kola içtiği kalabalık bir salonda film izlemeyi tercih etmeyeceğimi söylemek zorundayım.
Amerika’daki gelişmeler:

Aslında sinema sektöründe, tüm dünyadaki bir numaralı gündem, sinema salonlarının durumu. Bu durumda da finansal açıdan Amerika’daki gelişmeler bir şekilde dünyanın diğer bölgelerini de etkiliyor. Geçtiğimiz hafta içinde orada, özellikle bağımsız sinema salonlarını etkileyecek önemli gelişmeler oldu. Ülkemizde Cinemaximum’un tekel olması tartışmaları sırasında, Amerika’da stüdyoların, sinema salonu sahibi olmalarını engelleyen bir yasa olduğu belirtilmişti (Kaan Müjdeci, Şenay Aydemir, Evrim Kaya ve Fırat Yücel’in bu konudaki Kapalı Gişe belgeselini, iyi bir kaynak olarak analım). Geçtiğimiz hafta, Amerika’da bu yasanın yürürlükten kaldırılmasına karar verildi. İki senelik bir geçiş süreci içinde bu yasa yürürlükten kalkacak ve stüdyoların sinema salonu zincirlerinin sahibi olabilmelerinin yolu açılacak. Bu süre içinde tekelleşmenin önünü kesecek düzenlemelerin yapılacağı söyleniyor ama durum ne olacak göreceğiz.
Bu yasanın yürürlükten kalkmasının diğer bir sonucu da stüdyoların “block booking” uygulamasını yapabilmesinin önünü açması. Bu uygulama stüdyoların filmlerini paket olarak satmalarına olanak sağlıyor. Disney’in dev bir imparatorluğa dönüştüğünü düşünürsek şöyle bir örnek verebiliriz. Disney şunu diyebilecek: “Eğer yeni Marvel filmini göstermek istiyorsan, Pixar’ın yeni filmini de göstereceksin.” Ki, buna kimse itiraz etmez muhtemelen. Ama onun da yanında bizim alt şirketlerimizden birinin yaptığı, kimsenin ilgilenmediği x filmini de göstereceksin de diyebilir. İşte bu, özellikle az salonlu bağımsız sinemalar için sıkıntılı bir durum.
Bir diğer gelişme de Disney’in bundan sonra klasik filmlerinin 4K versiyonlarını fiziksel medyada piyasaya sürmeyeceğini, sadece dijital medyada bulunabileceğini açıklaması (yeni filmler için geçerli değil). Bizde zaten DVD ve Blu-Ray dönemi sona ermiş gibi gözüküyor ama Amerika’da halen ciddi bir pazar payı var. Disney’in bu hareketini, kendi dijital platformlarını desteklemek üzere bir hamle olarak görmek yanlış olmaz sanırım.
Bu gelişmeler doğrudan bizi etkilemeyecek belki ama özellikle dijitale geçişin hızlanması noktasında belirleyici olacaktır.
Ankara’dan haberler:

- Macar Film Günleri: Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde, açık havada düzenlenen Macar Filmleri Günleri devam ediyor. 16 Ağustos’ta 1987 yapımı, 80 Süvari filmi gösterilecek.
- Cermodern Açık Hava Sineması: Cermodern’de de açık hava gösterimleri devam ediyor. Bu hafta, 15 Ağustos’ta Saka Kuşu, 18 Ağustos’ta Arizona Dream, 19 Ağustos’ta ise Kural Dışı filmlerinin gösterimi var.
Haftaya görüşmek üzere.
(*) Seyirci ve film sayıları ile ilgili bilgiler, Boxoffice Türkiye sitesinden alınmıştır.
(Bu yazı ilk defa, 14 Ağustos 2020 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)
Bundan bir ay önce, böyle bir yazıya başlasak aynı başlığı koyabilirdik. Geçirdiğimiz karantina günleri sonrasında, 1 Temmuz’da sinemaların açılmasına izin verilmişti çünkü. Ancak Temmuz ayında sinemaların çok az bir kısmı açıldı ve açılan sinemalar da tüm ay boyunca, karantina öncesi vizyona girmiş filmleri gösterdiler. Temmuz ayında sinemalarda sadece tek bir yeni film gösterime girdi: Kızım Gibi Kokuyorsun. Doğrusunu söylemek gerekirse, neden böyle riskli bir karar verdiler bilemiyorum ama 3 hafta boyunca sadece 226 seyirci toplayabilmişler. Vizyonda kalmaya devam edecek mi, seyirci sayısını arttırabilecek mi göreceğiz.
Bu hafta, 7 Ağustos itibariyle, ülkenin en büyük sinema zinciri olan Cinemaximum’ların büyük kısmının açılması ile sinemalar gerçek anlamda açılıyor diyebiliriz. Bu yazının yazıldığı tarihte Beyoğlu Sineması da açılacağını açıklamış durumdaydı. Diğer sinemalar da birkaç hafta içinde açılacaktır büyük ihtimalle. Görünen o ki, eski vizyon filmleri de devam edecek ama bu haftadan itibaren yeni filmler de hızla vizyona girmeye başlayacak. Ancak Ağustos ayı programına baktığımızda, seyirciyi salonlara çekecek etkide bir film yok gibi gözüküyor. Tipik bir yaz programı olarak, adında “cin” geçen bir sürü sıfır bütçeli yerli korku filmi, farklı yabancı korku filmleri ve ucuz animasyonlar ile dolu bir ay bizi bekliyor. Arada bir tek 14 Ağustos’ta Boyalı Kuş ilgi çekici olabilir. O da sadece belirli bir seyirci kitlesi için.
Tenet:

Aslında 26 Ağustos büyük gün. Bu dönemin simge filmi Tenet oldu bilindiği gibi. Tüm filmler vizyonlarını ertelerken, Tenet uzunca bir süre Temmuz vizyonunda direndi, sonra birkaç ertelemeden sonra, vizyon tarihi Avrupa’da ve dünyanın pek çok yerinde 26-27 ve 28 Ağustos olarak belirlendi. Amerika’da henüz sinema salonlarının durumu belirsizliğini koruduğu için, bir hafta sonrası düşünülüyor ama ülke çapında değil, sadece sinemaların açıldığı bölgelerde gösterime girecek. Yeni normalde, sinema salonlarına seyircilerin ne kadar ilgi göstereceği de Tenet ile belli olacak gibi gözüküyor.
Peki yeni normalde, sinema salonlarında bizleri neler bekliyor? Öncelikli olarak, bakanlığın belirlediği kurallar var. Tüm salonlar bunlara uymak durumunda. Salonda maske kullanılması, koltuklar arasında boşluk bırakılması, %100 temiz hava ile çalışan havalandırma sistemleri gibi. Bunların nasıl denetleneceği de bir muamma ama göreceğiz. Bunun dışında sinemaların kendilerinin ek olarak alacağı önlemler de olacak gibi gözüküyor. Örneğin Ankara Büyülü Fener Sineması, 2 saatten kısa filmlerde ara vermeyeceklerini ve salona yiyecek içecekle girilmesine müsaade etmeyeceğini açıklamıştı.
Bu kuralların biz seyircilere nasıl yansıyacağını göreceğiz. Pandemi öncesinde, sinemada konuşanlarla, cep telefonunu açanlarla yaptığımız mücadele, bu sefer de neden maskeni takmıyorsun tartışmasına dönebilir. Büyük ihtimalle 26 Ağustos’a kadar vizyona girecek olan filmlerde salonlar çok dolmayacağı için böyle sorunlar yaşanmaz ama Tenet bu konuda da önemli bir gösterge olacak gibi.
Dijital vizyon:

İşin bir de dijital platformlar ve dijital vizyon tarafı var. Evde kaldığımız dönemde hepimiz dijital platformlardan, online festivallerden filmler izledik ve bu bir alışkanlık da yarattı. Bunun sinema salonlarına etkisini göreceğiz ama yurtdışında dijital vizyon konusunda önemli gelişmeler oluyor. AMC sinemaları ile Universal’in yaptığı anlaşma sonrasında Universal filmlerinin sinemada vizyona girdikten 17 gün sonra dijitale çıkabilmesinin yolu açıldı. AMC de bu gelirden pay alacak. Pandemi döneminde bazı filmlerin sinema salonlarını pas geçip, doğrudan dijitalde vizyona çıktığını da görmüştük. Ancak bu filmler genellikle, gişe şansı çok olmayan filmlerdi. Geçtiğimiz günlerde Mulan’ın, Amerika’da ve Disney+ olan diğer ülkelerde sinemada vizyona çıkmayacağı, ek bir ücretle online olarak gösterileceği açıklandı. Bu kadar büyük bütçeli ve gişe beklentisi olan bir film için riskli bir karar ama başarılı olması durumunda dijital vizyonun önünü engellenemeyecek şekilde açabilir. Sinema sinemada izlenir diyenler için kaygı verici gelişmeler. Ülkemize nasıl yansıyacak, özellikle bağımsız sinemalar bu konuda nasıl tavır alacaklar, bunu da zaman gösterecek. Belki de bu konu, ileride başka bir yazı konusu olur.
Alan Parker:

Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Alan Parker’ı da burada anmadan geçmek istemedim. Parker, özellikle bizim için çok tartışmalı bir figür ama o konudan bahsetmeyi biraz ertelersek, sinema sanatı adına önemli filmlere imza atmış, başarılı bir sinemacı olarak anmayı tercih ediyorum kendi adıma. 1944 yılında İngiltere’de dünyaya gelen Parker, reklamcılıktan sinemaya geçen bir kuşağın temsilcilerinden biri. Tam da bu nedenle, filmleri, görsel açıdan reklam estetiğini yakalayabileceğiniz anlar barındırır. Ama aynı yolu izleyen bazı yönetmenlerin tersine, filmlerinin içeriğini de ihmal etmez.
Kariyerine Bugsy Malone gibi çocuklarla çekilmiş bir gangster filmi parodisi ile başlayan Parker, pek çok farklı türde filmler çekti. Fame, The Wall ve Evita gibi önemli müzikaller (diğerleri kadar çok adı anılmasa da benim çok sevdiğim The Commitments’ı da buraya ekleyelim), Mississippi Burning gibi ırkçılık karşıtı, The Life of David Gale gibi idam cezası karşıtı filmler, Angel Heart gibi dedektifik/korku filmleri, Birdy gibi bir özgürlük destanı bu filmler arasındaydı. Hemen hepsi de belli bir kalitenin üzerinde filmlerdi.
Gelelim Midnight Express’e. Aslında Parker’ın kariyerinde önemli bir film. Yönetmen olarak aldığı Oscar adaylığı ile önünün açılmasına da neden olmuştu. Etkileyici bir film olduğunu da kabul etmeliyiz. Ancak Türkiye’de bir hapishanede geçen filmde görünen tüm Türklerin kötü karakterler olması, hatta karikatüre varacak derecede abartılı olmaları, düzgün Türkçe konuşamayan yabancı aktörler tarafından canlandırılmaları filmi ırkçı bir noktaya da koyuyordu doğrusu. Yıllarca Türkiye’nin adı ile beraber anılan bu film, son derece yanlış bir kararla, ülkemizde de uzun yıllar yasaklanmıştı. Parker ve filmin senaryo yazarı Oliver Stone, yıllar sonra özür de dilediler. O yılların koşullarında, yaptıklarının doğru olduğuna inandıklarını düşünüyorum. Özellikle özgürlükçü filmler çekmesi ile tanınan Parker’ın, o dönemin Türkiye’si ile ilgili görüşü de farklıydı muhtemelen. Ayrıca o dönemin Türkiye’sinin bir cennet olmadığını da kabul edelim ve filme Türkiye’de çekim izni verilmediğini de unutmayalım. Bilemeyiz ama belki de Parker, Türkiye’yi görmüş olsa, Türkiyeli karakterleri Türkiyeli oyunculara oynatabilse, durum biraz daha farklı olurdu. Ne olursa olsun, bu film yüzünden Parker’ın önemli bir sinemacı olduğunu atlamayalım ve kendisini saygıyla analım.
Ankara’dan haberler:
Ankara’da yaşayan az sayıda sinema yazarından biri olunca, Ankara’da normal vizyon takvimi dışındaki etkinlikleri de ufak bir not olarak düşmek istedim bundan sonra. Şimdilik korona ve yaz nedeni ile sayısı az ama umalım ki ilerde sayıları çoğalır.

- Macar Film Günleri: Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde, Ağustos ayı boyunca her Pazar, Macar filmleri gösterilecek. 9 Ağustos’da gösterilecek olan ilk film, Pal Sokağı Çocukları.
- Cermodern Açık Hava Sineması: Cermodern’de bir yaz klasiği diyebileceğimiz açık hava gösterimleri devam ediyor. Bu hafta, 8 Ağustos’ta Genç Ahmed, 11 Ağustos’ta ise Bozkır filmlerinin gösterimi var.
Haftaya görüşmek üzere.
(Bu yazı ilk defa, 7 Ağustos 2020 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)
Tekrar Merhaba
Published 6 Ağustos, 2020 Ödüller/Festivaller , Haberler , Sinema Leave a CommentEtiketler:İstanbul Film Festivali
Uzun bir süredir blogu güncellemiyordum. Aslında farklı mecralara yazı yazmaya da biraz ara vermiştim. Geçen haftadan itibaren, SinemaMüzik sitesine yazı yazmaya başladım ve onların da izniyle, yazılarımı bir süre sonra buradan da paylaşacağım. Fırsat buldukça bloga özel içerikler de koymaya çalışacağım.
Buyurunuz SinemaMüzik sitesinde yayımlanan ilk yazım:
Bu haftadan itibaren SinemaMüzik sitesine yazılarımla katkıda bulunmaya çalışacağım. Bu yazılar bazen o haftanın sinema gündemi ile ilgili olacak, bazen sosyal medyada paylaştığım film notlarının bir derlemesi olacak, belki de bazen tamamen farklı ufak ufak notlardan oluşacak. Nasıl gelişeceği konusunda sizlerden de fikirler alırsam, zaman içinde o yönde ilerleyebiliriz.
İlk haftanın konusu, İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Uzun Film Yarışması olacak. Bu yılın özel koşulları nedeniyle açık havada kısıtlı bir seyirci ile gerçekleşen yarışmada filmlerin büyük çoğunluğu online olarak da gösterildi (2 film online gösterilmedi, öğrendiğimiz kadarıyla yapımcıları kabul etmemiş). Bu sayede filmleri İstanbul dışındaki seyircilerin de izleme imkânı oldu. Belki de bu nedenle yarışmanın, sosyal medyada uyandırdığı yankı da her zamankinden fazla oldu. Bu durumun dezavantajları da var elbette. Mesela yarışmadaki filmlerin bir kısmı, Eylül ayında düzenlenecek Ankara Film Festivali’nde de yer alıyor. Oradaki potansiyel izleyicinin bir kısmı, bu filmleri şimdiden izlemiş oldu.

Yarışmadaki filmleri tek tek ele almaktansa, genel tabloya bakmak daha anlamlı olabilir. Son yıllarda ulusal uzun film yarışmalarında benzer cümleleri hep duyuyoruz: Bu sene de iyi film yok, bu filmler yarışmaya nasıl kabul edilmiş, vs.. Bu yarışmada da farklı yorumlar olmadı. Gösterim sıralaması nasıl belirlendi bilmiyoruz ama başlarda zayıf filmlerin olması da olumsuz yorumların arka arkaya gelmesine etken oldu sanırım. Ne olursa olsun, şuna kabul etmeliyiz. Sinemamız, yılda 5-6 adet ulusal yarışmayı besleyebilecek kadar iyi film çıkartamıyor, zaten bu yarışmalardaki çoğu filmler de birbirini tekrar ediyor. Bu konu, gerçekten de festivallerin bir araya gelip değerlendirmeleri gereken bir gündem olabilir. Hatta durumlar normalleştiğinde, bu konuda, farklı festival temsilcilerinin katılacağı bir paneli buradan önermiş olayım.
Yarışma filmlerinin büyük bir çoğunluğu erkek hikâyeleriydi. Üstelik bunların da önemli bir kısmı, yaratıcılık sorunları ile boğuşan erkeklerdi. Bu tarz filmlere, sinemamızın büyük bir krizde olduğu ve 80’lerde çok rastlardık. O dönem iyileri de vardı elbette. Bir yandan da yoğun bir sansür döneminde, iktidarı rahatsız etmeyecek filmlerdi bunlar. Belki de bu dönemde benzer bir akım olması, yine benzer bir dönemden geçiyor olmamızın işareti olabilir, kimbilir. Önümüzdeki yıllarda bu dönemin genel bir değerlendirmesi yapıldığında daha net ortaya çıkacaktır.
Yaratıcılık sorunu ile boğuşan erkek karakterler dedik. Bunların entelektüel kişilikler olduğunu vurgulamak için kullanılan yöntemler de son derece ucuzdu. Dostoyevski, Kafka, Oğuz Atay ve Tarkovski gibi isimler bu filmlerde çeşitli şekillerde karşımıza çıkıyordu. Ancak, karakterimizin “yüksek sanat” takip ettiğini göstermek için bu isimlerin kitapları kucağındayken uyuyakalması gerekmiyor. Biz de Tarkovski seviyoruz ama biraz da içtiğimiz bir doğumgünü partisi sonrası, üstelik bu tip filmleri hiç de sevmediğini bildiğimiz bir arkadaşımızla birlikte otururken, Tarkovski’den Nostalji’yi açmayız herhalde.
Gelelim kadın karakterlere. Yarışmanın geneli bu açıdan da çok zayıftı ne yazık ki. Pek çok filmdeki kadın karakterler, erkeklere destek ya da köstek olmak dışında bir işlevleri olmayan karakterlerdi. Anlayışsız eş, dert dinleyen eski kız arkadaş, erkeğe koşulsuz hayranlık duyan kadın ya da erkeğin zaaflarından faydalanarak onu dolandırmaya çalışan kadın gibi tipler, filmlerde ardı ardına karşımıza çıktı. Ceviz Ağacı filminde ise bir kadın cinayeti yer almasına rağmen, bu cinayet sadece erkeğin karakter dönüşümü için bir araç haline geliyordu. Üstelik filmin bu kadına bakışı da son derece sorunluydu.
Yarışma filmlerinin büyük bir çoğunluğu, meşhur Bechdel testini geçemezdi. Neydi bu testin koşulları: Filmde adını bildiğimiz en az iki kadın olacak, bu kadınlar birbirleri ile erkekler dışında bir konuda konuşacaklar. Sanırım bu testten geçen tek film, festivalde büyük ödül alan, Aşk, Büyü vs. idi. Topal Şükran’ın Maceraları ise diyalogsuz bir film olduğu için, bu anlamda değerlendirmesi biraz zordu. Bilmemek filmindeki anne karakterinin de iyi yazıldığı söylenebilir ama yanılmıyorsam o filmde de ikinci bir kadın karakter yoktu.

Ülkemizde gündem zaman zaman çok politik olurken filmlerin büyük bir kısmının bundan uzak durması da riskli alanlara çok girilmediğinin bir göstergesi idi belki de. Ercal Kesal’ın ilk yönetmenlik denemesi, Nasipse Adayız, bir seçim hazırlığı süreci içinde olduğu için politik bir atmosfer taşıyordu ama genel olarak sistemin çürümüşlüğü ve insanların çıkarcılığı üzerineydi. Bir tür filmi olarak, alternatif bir gerçeklikte geçen Bina ise otoriter bir rejimin, tek bir kanaldan insanlara ulaşmak isteyen medya sunumu ile günümüzün baskıcı düzenine en net referans veren filmdi belki de.
İşin ilginci, iki kadının aşkını anlatan Aşk, Büyü vs. ve eşcinsellik şüphesinin bir gencin ve ailesinin üzerinde kurduğu baskıyı ele alan Bilmemek, aslında hiç öyle bir niyetleri olmamasına rağmen, tam da iktidarın LGBTİ karşıtı açıklamaları sonrasında, bir anlamda politik bir zeminde kaldılar ve bu dönem için cesur filmler olarak kabul edildiler.

Her yarışmanın, her jürinin ödülleri tartışılır. Ama sanırım bu yarışmanın ödülleri, son zamanlarda en az itiraz edilen ödüller oldu. Film, senaryo ve her iki oyuncusuna da kadın oyuncu ödülü kazandıran Aşk, Büyü vs. için pek çok kişi, festivalin en iyilerinden biri diyordu. Bence üç ödülü de hakkıyla kazandı. Özellikle kadın oyuncu ödülünün, birbirlerinin performanslarını tamamlayan Selen Uçer ve Ece Dizdar arasında bölüştürülmesi çok mantıklı bir karardı.
Festivalin çoğunlukla beğenilen bir diğer filmi de Nasipse Adayız idi. Bu film de en iyi yönetmen ve en iyi kurgu ödülü aldı. Bunlar da çok itiraz edilecek ödüller değildi ama bir not düşmeden de geçmeyelim. Filmin teşekkür bölümünde, jüri başkanı Mahmut Fazıl Coşkun’un adı en üstlerde yer alıyordu. Bu durum tartışmalara yol açabilecek bir durumdu. Keşke Fazıl Coşkun, bu sene için bu görevi kabul etmeseydi. Jürinin hakkaniyetli bir ödül dağılımı yaptığını düşünüyorum ama kafalarda ufak da olsa bir soru işareti kalmazdı.

En iyi ilk film ödülü için benim de favorim olan Bina, bu ödülün yanına jüri özel ödülünü, görüntü yönetmeni ve müzik ödülünü de ekledi. Eksikleri olan, biraz fazla uzatılmış, başka filmlerden fazlaca sahneler ödünç almış bir filmdi ama yarışmadaki ilk filmler arasında heyecan yaratan, yönetmenin sonraki işinin ne olacağına dair merak uyandıran tek film oydu (Not: Nasipse Adayız da ilk film ama Ercan Kesal’ın sinema sektöründeki yeri nedeniyle, jüri bu ödülü daha yolun başındaki bir yönetmene vermek istemiştir diye tahmin ediyorum. Ben de öyle yapardım).
Körleşme filmiyle Fatih Al, en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Engelli bir karakteri canlandırmak oyuncular için her zaman avantajdır. Bu avantajını kullandığını düşünüyorum ama Fatih Al’ın daha iyi performanslarını gördüğümüzü söylemek zorundayım.
Gelelim yarışmanın jüriden ödülsüz dönen ama belli bir kaliteyi yakalamış filmlerine. Topal Şükran’ın Maceraları ve Bilmemek. Onur Ünlü, son dönemde her filminde farklı bir şey deniyor. Bu kez de diyalogsuz bir film yapmış ve bunda da başarılı olmuş bana kalırsa. Finale giden yolda sıkıntıları olsa da son dönem filmleri içinde en iyisi diyebilirim. Demet Evgar da tüm filmi, hiç konuşmadan başarılı bir şekilde sürüklüyordu. Jüri özel ödülü, kadın oyuncu ödülü ve kurgu ödülü konusunda adı geçmiş olabilir. Bilmemek de kusursuz bir film değildi. Özellikle senaryoda fazlalıklar vardı ve bazı oyunculuklar sorunluydu ama ele aldığı konuya ve ana karakterine yaklaşımı başarılıydı.
Bir ulusal yarışmayı da böyle geçirdik diyerek sinemaların geniş kapsamda açılacağı günlere hızla yaklaşıyoruz. Umalım ki sağlıklı günlerde sinema salonları ile buluşuruz.
Haftaya başka konularda görüşmek üzere, sağlıkla kalın.
(Bu yazı ilk defa, 31 Temmuz 2020 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)
Sanatçı Zeyno Pekünlü’nün Dünyada Yankı Bulan Video Kolajları ve Atölye Çalışmaları, Gezici Festival’de
Published 16 Kasım, 2016 Ödüller/Festivaller , Basın Bültenleri , Haberler , Sinema Leave a CommentEtiketler:Gezici Festival
Dünya ve Türkiye sinemasının klasiklerini, en seçkin örneklerini ve bol ödüllü yeni filmlerini 22 yıldır sinemaseverlerle buluşturan Gezici Festival, “Güncel Sanat”ın da büyük destekçisi olmayı sürdürüyor. Londra’nın köklü sanat kurumu Whitechapel Gallery öncülüğünde başlayan Artists’ Film International tarafından bu yıl davet alan nadir sanatçılardan Zeyno Pekünlü, “Yeşilçam’dan Youtube’a Erkeklik Halleri” ile Gezici Festival’e katılacak.
Kendi döneminin sosyo-politik meselelerine eğilmesi, fikirlere ve uzun araştırma süreçlerine dayanmasıyla öne çıkan “Güncel Sanat”ın önemli temsilcilerinden sanatçı Zeyno Pekünlü, Gezici Festival’de 25 Kasım – 1 Aralık tarihleri arasında, Ankara’da izleyicisi ile buluşacak.
Yeşilçam’dan YouTube’a Erkeklik Halleri
Zeyno Pekünlü, Yeşilçam melodramları ve YouTube’dan topladığı “How to..?” kliplerinin kolaj çalışmasıyla oluşturduğu “Yeşilçam’dan YouTube’a Erkeklik Halleri” isimli bölümle Gezici Festival’e katılacak.
Toplumsal cinsiyet rolleri, baskı ve kadın temsiliyeti konularına odaklanan Pekünlü’nün bu çalışmasında, erkekler birbirleriyle konuşuyor, birbirlerine bakıyor; ancak erkek karakterlerin ve erkekliğin inşasının yegâne nesnesi olan kadınlar ekran dışında kalıyor. Böylelikle videolar, erkekliğin, aslında tam da gözümüzün önünde olması nedeniyle, her zaman gizli kalmış dünyasını çarpıtarak ortaya çıkarmayı başarıyor.
Bölüm kapsamında Zapata İstanbul’da, Hep O Şarkı, Erkek Erkeğe, Sus Kimseler Duymasın!, Kendine Ait Bir Banyo ve Bir Kadına Ürkütmeden Nasıl Dokunursunuz? adlı filmler Alman Kültür Merkezi’nde ücretsiz olarak gösterilecek. Gösterimin ardından Zeyno Pekünlü ve Prof.Dr. Alev Özkazanç ile bir söyleşi gerçekleştirilecek.
Zeyno Pekünlü ile “Dijital Hikaye Anlatımı Atölyesi”
Zeyno Pekünlü’nün gerçekleştireceği atölye çalışması 27 Kasım Pazar günü, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde katılımcılarını bekliyor.
Sanatçı, “Dijital Hikaye Anlatımı Atölyesi” isimli çalışmasını şöyle anlatıyor: “Bugün internet, bireysel, kolektif ya da interaktif olarak üretilen ve tüketilen, dijital teknolojilerden faydalanan bireysel, toplumsal, tarihsel anlatılarla dolu. Bu atölye çalışması, hikâye anlatıcılığının tarihini ve bugününü tartışmayı, dijital hikâye anlatımının siyaset, reklamcılık, aktivizm, oyun, eğitim, sanat alanlarındaki olanaklarına bir giriş yapmayı, film, canlandırma, imaj, yazı, hypertext, ses, blogging, radyo, sosyal medya gibi medyumlardaki farklı örnekleri incelemeyi ve bireysel ya da grup projeleri fikirlerini tartışmayı amaçlıyor.”
Festival Öncesi Sergi
Diğer yandan, geçtiğimiz yıllarda Köken Ergun, CANAN, Işıl Eğrikavuk gibi sanatçıların gösterim ve sergilerinde olduğu gibi Zeyno Pekünlü’nün sergisi de SALT işbirliği ile düzenlenecek. Zeyno Pekünlü’nün sergisi, 18 Kasım’da kapılarını açarak festivalin habercisi olacak. Sanatçının festivalde göremeyeceğiniz işleri 7 Ocak‘a kadar SALT Ulus’ta sergilenecek.