The Painted Bird (Boyalı Kuş):

Sinemalar açıldığından beri en merak ettiğim film buydu. Gerçekten çok etkileyici bir film. Siyah-beyaz görselliği ve başroldeki çocuğun oyunculuğu çok iyi. Fakat bazı sahneler gerçekten çok sert ve izlemesi zor. Çocuğun başına gelen kötü olaylar o kadar fazla ki, açıkçası kötü çekilmiş bir film olsa, acıların çocuğu filmi çekmişsiniz derdim. Yine de filmin epizodlara bölünmüş yapısında, bir noktada bu bölümde hangi felaket olacak acaba diye beklemeye başlıyorsunuz. Filmin 3 saatlik süresinde bölümlerin yapısının hep aynı olduğunu söylemek lazım. Çocuk yeni bir yetişkin ile yaşamaya başlar, çok kötü bir olay yaşanır ve çocuk oradan ayrılır/ayrılmak zorunda kalır. Etkileyici bölümler ama bu kadar fazla olmasına gerek var mıydı, emin değilim. Filmdeki ünlü oyuncular konusunda da benzer bir kararsızlığım var. Yönetmen Václav Marhoul, hiçbir yetişkin oyuncunun, çocuktan rol çalmasına müsaade etmemiş. Bu konuda takdir ettim ama yine de, “aaaa Stellan Skarsgård, aaaaa Harvey Keitel” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Ünlü oyuncular arasında en etkileyicisi Udo Kier idi. İnanması en güç olan şiddet eylemlerinden birini gerçekleştiriyor ama tam o sahne öncesi bir yakın plan yüz çekimi var ki, o yüze bakarak, bu adam her şeyi yapabilir sonucunu çıkartıyorsunuz.
Tekrar uyarıyorum, iyi film ama insanların saf kötülüğünü göstermek adına, epey sert bir film.
Sonunda hayvanlara zarar verilmediği ve çocuğun içinde bulunduğu cinsellikle ilgili sahnelerde, yetişkin bir dublörün kullanıldığı yazıyor. Günümüzde tersi olamazdı zaten.
Kızım Gibi Kokuyorsun:


Her şeyden önce, alttaki gibi güzel bir afiş varken, neden Türkiye vizyonu için üsttekini seçtiniz demek istiyorum.
Filme gelince, yine iyi niyetli bir çaba ama yine sonuç pek iyi değil. Film, İŞİD ve terörizm sonucunda hayatları etkilenen farklı karakterlerin kesişen hikayelerini karşımıza getiriyor. Bunların bazıları kendini izlettiriyor ama bazıları çok zayıf kalıyor. Fransa’dan gelen Beatrice ve İŞİD’in elinden kurtarılan Ezidi kızı Hevi’nin hikayesi en sağlamı. Oyuncular da iyi olunca bu bölüm duygu olarak da seyirciye geçiyor. Fakat burada bile, mülteci kampındaki bazı sahneler çok yapay kalıyor. Çağlar Ertuğrul’un canlandırdığı İbrahim karakterinin çok derinliği yok ama yine de durumu kurtarıyor diyebiliriz. En zayıf bölüm ise askerlerin olduğu bölümler. Bu kısım biraz da Türk askeri güzellemesi yapmak için filme konulmuş gibi ama olmamış. Tamam, Türk askeri çok fedakar mesajını vermişler ama izlediğim sahnelerin çoğunda da bir o kadar da dikkatsizler dedim. Kızı çok basit şekilde ellerinden kaçırmaları, uğradıkları baskın vs. Ayrıca bu bölümdeki oyunculuklar da çok zayıf.
Sinemamızın sonunda mülteci hikayelerine eğilmiş olması güzel bir gelişme ama kalıplardan biraz kurtulmaları lazım. Bu konuda iyi örneklerden biri olarak, Saf geliyor aklıma mesela.
Portal (Geçit):

Bir televizyon programı için hayalet öyküleri kovalayan bir ekip, geçmişte trajik olayların yaşandığı bir eve giderler ve kötücül bir varlığın serbest kalmasına yol açarlar. Evet, korku filmlerinin büyük kısmında gördüğümüz bir hikaye. Film bu hikayenin üzerine ek bir şey koymuyor ama yine de çok kötü değil, az kötü )
En azından kendini ciddiye almıyor, arada fena sayılmayacak espriler de var. Oyunculuklar ortalama. En önemlisi film kendi sınırlarının farkında. Öyle saçma sapan özel efektlere girişelim falan dememişler, ellerindeki imkanlarla ne oluyorsa, onu yapmışlar (spoiler: afişteki gibi bir sahne yok mesela).
Bir de filmde Heather Langenkamp’ı oynatarak, korku hayranlarına bir selam çakmışlar.

Fists of Righteous Harmony (Kahramanlar):

2008 yapımı, 3-5 arkadaşın biraraya gelip çektiği bir dövüş sanatları filmi. Üstelik nasıl olmuşsa birden fazla ülkede sahneler çekebilmişler. Hatta bu arkadaşlardan biri Türkiyeli olunca bazı sahnelerde Türkçe konuşmalar da var. Film gayet kötü ama dalga boyuna girerseniz o kötülükle eğlenebiliyorsunuz.
İyi güzel de, bu film niye vizyona giriyor?
Anlıyorum, insanlar sinemaya gitmekte isteksiz. Dağıtımcılar ellerindeki seyirci potansiyeli olabilecek filmleri vizyona sokmak istemiyorlar ama bu filmlerle salonlara canlılık kazandırabileceklerini sanmıyorlar umarım. Benim gibi 3-5 manyak dışında kimse gitmiyor işte. Eski güzel filmler şu ara daha makul olabilir. Inception belli bir seyirci çekti mesela. Sinemalar kapalı olduğu dönemde, Neredesin Firuze, Karışık Kaset falan tekrar vizyona girecek deniyordu ama yalan oldu galiba. Yani onlar ne kadar seyirci çekerdi bilmiyorum ama bundan iyi olurdu en azından.
The Lost Lion Kingdom (Aslan Krallığı):

Filmin Türkiye dağıtımcısının bile farkında olmadığını sandığım bir bilgiyi açıklıyorum. WowNow Entertainment denen, sıfır bütçeyle animasyonlar üreten gudik şirket, bir de kendi animasyon evrenini kurmuş. Bunların 2016 tarihli Star Paws diye bir filmi varmış. Ne hikmetse bizde gösterime girmemiş. Sonradan Jurassic Bark isimli müthiş, muhteşem filmde o karakterleri kullandıklarını fark etmiştim. İşte bu film de aynı seriden bir spin-off. Başka bilmediğim de vardır belki. Korkarım 3-5 yıla kendi Avengers’larını yapar bunlar.
Film nasıl mı? Daha önce bu şirketin filmleri için, Animasyon 101 dersinde, ödev olarak verseler geçemezler demiştim. Eh, öyle ucundan kıyısından da olsa geçebilecek seviyeye gelmişler diyeyim, daha da konuşmayayım.