Gıda, Ltd. (Food, Inc.):
Yediğimiz yiyeceklerin nerelerden geldiğini, ne şekilde yetiştirilip, içine neler katıldığını gösteren bir belgesel. Özellikle gıda endüstrisinin içinde çiftçilerin artık neredeyse hiç yer almadığı, tıpkı diğer endüstriler gibi temel bakış açısının daha hızlı, daha verimli ve tabii ki buna bağlı olarak daha ucuz üretim yapmak peşinde olduğu vurgulanıyordu. Bunları yaparken tabii ki hayvanlara da insanlara da değer verilmediği de gösteriliyordu. Temel olarak bilmediğimiz şeyler değil ama işin detayını dinlemek ve bazı şeyleri gözle görmek elbette ki çok daha etkili oluyor. Başarılı bir belgesel. Aslında daha fazla Amerika’daki durum üzerine bir yapım ama bizdeki durum çok da farklı değildir muhtemelen, hatta bazı şeyler daha kötü bile olabilir.
Film gösterimi sonrasında Türkiye’deki Slowfood grubundan iki temsilci ile bir söyleşi vardı. Onlar da genellikle ne yaparız da bu kötü yiyeceklerden uzak durabiliriz temalı bir söyleşi gerçekleştirdiler.
Hem filmden hem söyleşiden sonra kafamda kalan bir soru vardı aslında. Her ikisinde de organik gıdalara vurgu yapıldı ve filmde organik gıdaların pazar payının giderek arttığı söylendi. Hatta pek çok organik gıda firmasını dev şirketlerin satın aldığı söylendi (ne de olsa onlar için ne üretildiği önemli değil, para neredeyse onlar orada). Problem şu ki, şu an yediğimiz yiyeceklerin bu hale gelmesinin nedeni filmde de vurgulandığı gibi pazar büyüdükçe daha çok mal üretmek aslında. Şimdi organik gıda pazarı da büyüdükçe benzer şeyler olmayacak mı acaba?
Bir de gerçekten zor sürekli buna dikkat ederek beslenmek. Festival bir alışveriş merkezinde ve filmden sonra yemek yemem gerekiyordu. Ne yiyebilirdim ki? Sonuçta filmde izlediklerim aklımın bir köşesinde, oturdum bir adet hamburger yedim (yine de büyük almak içimden gelmedi, ufak boy yedim).
40:
Keş!f bölümünde yer alan, bir ilk film. Yönetmenliğin dışında senaryo ve kurguda da imzası olan Emre Şahin, İstanbul’da birbirini tanımayan 3 kişinin hayatından bir kesit anlatıyor. İstanbul’un suç dünyasında küçük işler yapan bir adam, sayılara kafayı takmış, evliliğinde sorunlar yaşayan bir hemşire ve Paris’e gitmeye çalışırken kendini İstanbul’da bulup hayatına devam etmeye çalışan bir Afrikalı. Bu insanların hayatları bir araba kazası ile kesişiyor. Biraz tanıdık bir tema olduğu söylenebilir. Ama hemşire dışındaki karakterler ve hikayeler iyi çizilmiş. Hemşirenin hikayesi ise hem hikaye, hem oyunculuk olarak diğerlerinin gerisinde kalıyor (hemşireyi Deniz Çakır oynamış). Bir de filmin finalinde hikayeler iyi toparlanamamış. Belki de hayat bir şekilde devam ediyor diye böyle yapılmış ama sonuçta popüler sinema kulvarına daha yakın bir film. O yüzden daha toparlayıcı bir final iyi olurdu. Çok şey beklemeden izlenebilir. Epeyce küfürlü olduğunu da söylemeli.
Her Şeyimiz Meydanda (We Live In Public):
İnternet’in ilk ortaya çıktığı yıllarda pek çok genç bir anda dolar milyoneri olmuştu. Sonra çoğu bu servetlerini kaybettiler. Bu belgesel, söz konusu isimlerin en ilginçlerinden biri olan Josh Harris’in hayatını anlatıyor. Harris, filmdeki söyleşilerden birinde söylendiği gibi adeta modem kurmayı bilen herkesin çok iyi para kazandığı o günlerde zamanından çok erken bir takım işler yapıyor. Daha İnternet hızı yerlerde sürünürken büyük televizyon şirketlerinin pabucunu dama atacağını düşündüğü, sadece İnternet üzerinden yayın yapan bir televizyon kurarak önemli bir başarıya imza atıyor. Üstelik Amerika’da bile görüntüler kesik kesik geliyor o yıllarda. Bu arada kazandığı paranın önemli bir kısmını çılgın partiler düzenlemeye harcıyor ve giderek kendisi de özellikle bu işe para yatıran isimleri de rahatsız edecek hareketler yapmaya başlıyor. Bundan sonra, kurduğu şirketteki hisselerini satan Harris başka bir işe girişiyor.
Filmin en ilgi çekici bölümü de burası. Çünkü Harris henüz ortada ne doğru dürüst bir reality şov ya da BBG evleri falan yokken bir grup insanı belli bir süre çıkmalarının yasak olduğu bir mekana topluyor. Bu mekanın her yerinde kameralar var. Ama duşlardan tuvaletlere kadar her yerinde. Böyle olunca bu insanlar yıkanırken, duş alırken, tuvalet yaparken ya da sevişirken hep kameraların önündeler. Bir süre sonra kendi aralarındaki mahremiyet duygusu da kayboluyor zaten. Kameralardan isteyen seni izlerken evin içindeki diğer kişilerin önünde çıplak dolaşmak neden sorun olsun ki örneğin. İşin ilginç tarafı, mekanın alt katında onlarca silah olması ve isteyenin aşağı inip silah talimi yapması (sonradan da görüyoruz Harris silah olayını seviyor zaten). Bu proje (ki Harris bunu bir sanat projesi olarak adlandırıyor) 1 Ocak 2000 tarihinde polisin mekanı basması ile bitiyor ve Harris bu sefer benzer bir işlemi kendi hayatına uyguluyor. Bu kez kız arkadaşı ile yaşadığı kendi evinin her yerine kamera yerleştiriyor ve İnternet’te hem kendisini izleyenlerle chat yapıyor hem de hayatını yaşıyor. Bu proje de ilişkisinin bitmesine neden olarak ve yoğun bir depresyona yol açarak sonlanıyor.
Harris’in bundan sonraki hayatı özellikle maddi olarak tepetaklak oluyor. Filmin bundan sorası da pek ilgi çekici değil doğrusu. Harris yeni projelerini İnternet’in yeni devlerine satmaya çalışıyor (mesela Myspace) ama olmuyor olamıyor ve o da alacaklılardan kaçmak için Amerika dışına gidiyor.
Daha çok filmin konusunu anlattım çünkü filmin konusu dışında sinemasal olarak çok bir değeri yok. Ama özellikle İnternet’in bu gün geldiği noktada Facebook’la, Twitter’la ya da diğer uygulamalarla gerçekten her şeyimiz meydanda iken İnternet’in ilk dönemlerinde bu günleri gören bir ismi izlemek ilginç. Dikkat çeken diğer bir nokta da o yıllarda bu filmde yaşananlar gerçekten çok yeni olduğu için görünen o ki kimse rol yapmıyor, herkes doğal, hatta fazlasıyla doğal. Özellikle bu konularla ilgilenenlerin izlemesi gereken bir film.
Hileli Gerçek (Double Take):
İşte sadece festivallerde izleyebileceğimiz bir film. Geçen yıl Ankara Film Festivali’nde Looking for Alfred isimli bir kısa film izlemiştik. Aynı yönetmen o filmden parçalar da kullanarak yine Alfred Hitchcock’u merkezine alan bir uzun metraja imza atmış be sefer. Ama bir belgesel değil bu. Filmin içinde çok farklı şeyler var. Hitchcock’un farklı görüntülerini ve konuşmalarını kurgulayarak ve Hitchcock’a fizik olarak çok benzeyen bir kişiyi ve ses olarak çok benzeyen başka bir kişiyi de kullanarak 1962’deki Hitchcock’un 1980’deki Hitchcock ile karşılaşmasını anlatan bir hikaye kurmuş arka planda ama bu hikayenin arasında Hitchcock çıkıp şimdi reklamlar diyor zaman zaman ve o günlerden gelen enteresan kahve reklamları görüyoruz. Arada da bir yandan Kuşlar filminden görüntülerin yanında Nixon ve Kruşçev’in bir araya gelip televizyon kameraları önündeki tartışmalarını izliyoruz. Hatta sonradan Nixon ve Kennedy’nin seçim tartışmaları da giriyor işin içine. Gerçekten ilginç ve benim çok sevdiğim bir film oldu ama herkesin seveceğine garanti veremem. Bildik anlamda konulu ya da belgesel bir film değil çünkü.
O, Bir Çinli (She, a Chinese):
Çin’in taşra bölgelerinde yaşayan genç bir kızın yaşadıkları sonucunda İngiltere’ye varan yolcuğunu anlatan bu filmde anlatılanları defalarca farklı filmlerde izledik ve çok daha iyi şekilde izledik. Filmin farklı bölümlere ayrılmış olmasının da bir özelliği yok, oyuncuları ile ön plana çıkıyor deseniz o da yok. Görsellik de çok güçlü değil. Benim için ilk günün hayal kırıklığı oldu. Ama bir festivalden en iyi film, bir başka festivalden de en iyi senaryo ödülleri olduğunu belirtmek lazım. Demek ki seveni de var.
0 Yanıt to “!f Ankara 2010 İzlenimleri – 1. Gün: Gıda Ltd., 40, Her Şeyimiz Meydanda, Hileli Gerçek, O Bir Çinli”