10 Nis 2009 için arşiv

Vizyon Takibi: Watchmen, Yaşam Arsızı, Gölgesizler, Gökten 3 Elma Düştü, Milyoner

Watchmen:

Watchmen, ilk defa 1986 yılında basılmış, Alan Moore’un yazdığı ve David Gibbons’ın resimlediği bir çizgi roman. Pek çok yerde bu çizgi roman başyapıt olarak tanımlanır ve yüzyılın en iyi kitapları arasında adı geçer. Hatta kitap hakkında çizgi romanların Citizen Kane’i tanımlaması da sıkça kullanılmıştır. Bu çizgi romandan uyarlanan film gösterime girmeden önce çizgi romanı orijinalinden okuma fırsatım oldu. Bu nedenle önce kitaba, sonra kitabın uyarlama sürecine sonra da karşımızdaki filme sırayla değinelim.

Öncelikle kitap gerçekten çok başarılı. Sadece bir çizgi roman sever olarak beğenmedim, çizgi roman olarak ayırmadan okuduğum en iyi kitaplardan biri olabilir. Katmanlı yapısı, ayrıntılara verdiği önem, müthiş görsel tasarımı, düşünsel alt yapısı hepsi çok çok iyi. Doğrusu okurken sonradan çıkan pek çok yapımda izlerini görmek mümkün (1986-87 yıllarında basıldığını bir kez daha hatırlatalım). Popüler bir örnek verelim. Örneğin Lost’taki flashback kullanımının Watchmen’e çok benzediği hissediliyor okurken. Biraz araştırılınca görülüyor ki Lost’un yapımcılarından Damon Lindelof, Watchmen için popüler kültünün çıkardığı gelmiş geçmiş en iyi eser demiş ve zaten Lost’ta genel olarak Watchmen‘e pek çok gönderme varmış (eski sezonlara ait spoiler görmekten çekinmeyenler için: http://lostpedia.wikia.com/wiki/Watchmen)

Filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra Türkçesi de kitapçılarda yerini aldı. Gerçekten iyi bir edisyona benziyor. Henüz çevirisine göz gezdirme fırsatı bulamadım kendi adıma ama yabancı dili olmayanların mutlaka kütüphanelerine katmaları gereken bir eser.

Biraz da filmin yapım aşamasından bahsedelim. Watchmen neredeyse yayınlandığı yıldan beri bir sinema filmi haline getirilmeye çalışılıyor. Proje üzerindeki en ciddi ön çalışmalardan birini Terry Gilliam gerçekleştirmiş. Ama sonunda 2.5 saatin bu film için kısa olacağını, 5 saatlik bir mini dizinin ancak hakkını verebileceğini söyleyerek projeden çekilmiş. Bir dönem Darren Aronofsky uğraşmış ki projeye en uygun yönetmen o olabilirdi ve ortaya bir başyapıt çıkabilirdi. Son dönem en ciddi olarak Paul Greengrass işin içine girmiş. Hatta oyuncular da belirlenmiş. Gilliam bu aşamadaki senaryoyu okumuş ve beğenmiş ama stüdyonun bu kadar karanlık bir filmi onaylayacağını tahmin etmediğini söylemiş. Sonunda yine bütçe meselelerinden olmamış. En sonunda da kala kala Zack Snyder’ın üzerine kalmış proje.

Zack Snyder’ın yine bir çizgi roman uyarlaması olan 300’ünü temelde altındaki faşist yapı nedeniyle sevmemiştim ama kurduğu görsel yapı başarılıydı. Watchmen‘i de kitaba mümkün olduğu kadar sadık kalarak hayata geçirmeye çalıştığını defalarca söyledi. Ancak kitabı tam anlamı ile sinemaya uyarlamak gerçekten zor. Çizgi romanda sayfayı kullanış şekli ile ortaya çıkan çeşitli durumlar var, bunları filme yansıtmak pek mümkün değil. Kitabın yazarı Alan Moore, yazdığı çizgi romanların uyarlanmasından nefret eden bir kişilik. Mümkünse filmde adını geçirtmiyor. Bu film için de aynısını yapmış ve filmi görmeye de hiç niyetim yok, zaten biz çizgi roman dışında herhangi bir medyada gösterilemeyecek şeyler tasarladık demiş. Ama yine de David Hayter’ın senaryosunu kitaba mümkün olabilecek en yakın senaryo olarak nitelemiş ki Moore gibi sürekli muhalif bir adam böyle bir cümle kurması bile olumlu bir sinyaldi.

Filmi gördükten sonra kitabı ile karşılaştıracak olursak başarılı bir uyarlama olduğunu ama biraz eksik olduğunu söylemek mümkün. Snyder ele aldığı materyale ihanet etmemiş. Anlattığı hemen her şey birebir çizgi romanda da var. Sadece sonucu, daha doğrusu sonuca giden yolu biraz değiştirmişler. Bu haliyle daha bile iyi olmuş olabilir. Ama çizgi romanda filmdekinden fazlası vardı. Oraya sonra gelmek üzere önce filmin başka yönlerine bakalım.

Bir defa giriş jeneriği bir harika. İlk jenerasyon kostümlü kahramanların aslında daha da geniş ve kitaba yayılmış bir şekilde öğrendiğimiz hikayesini bu giriş bölümünde ana hatları ile şahane bir şekilde anlatmışlar. Direkt olarak çizgi romandan alınmayan ama çizgi romanın ruhuna da gayet uygun ve aynı zamanda müzikle de mükemmel şekilde bütünleşen bu bölüm için özel bir tebrik. Bir tek ufak not. Kitapta Kennedy’nin katili çok net değildi, burada ise açıkça tek bir kişi gösterilmiş.

Filmin geneli ise gerçekten çizgi romana çok sadık. Görsel olarak o kadar sadık ki diyelim ki çizgi romanda bir plan bir gözlüğün arkasından veriliyorsa burada da öyle. Ya da mesela biraz değiştirilmiş bir sahnede iki karakteri tümüyle bir pencere arkasından görüyoruz ki, çizgi romanda da farklı bir sahnede aynı karakterleri tümüyle pencere arkasından ve aynalardan görüyoruz. Hatta kimi yerlerdeki paralel kurgular bile direkt olarak çizgi romandan alınma. Mesela Dr. Manhattan’ın televizyondaki söyleşisi ve arka sokaktaki kavga sahnesi gibi.

Ayrıca sinemada, kitaptaki çıplaklık düzeyinin azaltılabileceğini düşünmüştüm. Özellikle Dr. Manhattan için. Malum sürekli çırılçıplak dolaşan bir adamdan bahsediyoruz. Filmde malum bölgenin bir şekilde bir şeylerin arkasında bırakılarak ya da bel üstü plan alınarak gizlenebileceği düşünülebilirdi. Neyse ki böyle bir maskaralığa gidilmemiş. Ya da iki karakteri çıplak olarak gördüğümüz bir rüya sahnesi var ki bu, karakterlerin yapılarını anlamamız için çok gerekli bir sahne. O da aynen yerini koruyor.

Şiddete gelince kitaba göre biraz fazla. Ama sadece biraz. Aslında hemen hepsi kitapta da var ama burada Snyder biraz daha abartmış ve belki de genel geçer seyirci kitlesini bu sahneler ile tavlamaya çalışmış. Bunun yanında, birebir dövüşlerde şiddet göstermekten çekinmeyen Snyder’in kritik bir noktada sokaklarda kanlar içinde yatan bedenleri göstermekten kaçınması da ilginç bir nokta.

Görsel yapı dışında kitabın süper kahramanlara ve daha da önemlisi insanlığın durumuna dair söylemi de aynen korunmuş. Süper kahraman daha doğrusu kostümlü kahraman denen şeyin ne derece hastalıklı bir kavram olduğu çok güzel anlatılıyor. Karakterlerin hemen hiç biri normal değil. Hatta bir şekilde komplekslerinden arınmak için o kostümleri giydikleri söylenebilir. Bu anlamda karakterlerden birinin normal bir yaşam sürerken iktidarsız iken kostümünü giydiğinde böyle bir derdinin kalmaması çok anlamlı. Zaten ana karakterlere baktığımız zaman tecavüzcü, sübyancı, katil gibi sıfatlar kullanabiliriz onlar için.

Filmin ve tabii ki kitabın insanlığın durumuna dair söyledikleri de hem ortak, hem anlamlı. Kitabın yazıldığı tarih soğuk savaşın ve nükleer savaş tehdidinin en yüksek olduğu zamanlar. Bu anlamda iki karşı gücün sürekli birbirlerini dengelemeleri ve barışı ancak her ikisi de başka bir tehdit gördüklerinde sağlayabilmeleri, o barışın da pamuk ipliğine bağlı olması önemli. Aynı zamanda hem kitap, hem filmin çizdiği karamsar dünya da çok başarılı.

İşte bu noktada kitabın fazlalıklarından biri ortaya çıkıyor. Film, ana karakterlerin hikayesini yakından takip ediyor ama aynı dönemde sıradan insanların durumu ile çok ilgilenmiyor. Oysa ki nükleer savaşın yaklaşması ile insanların ne noktaya geldikleri de kitapta önemli bir yer tutuyor insanlığa dair ümitleri giderek azaltıyordu. Ya da kahramanlarımızın sıradan insanlara etkileri. Filmde çok az gördüğümüz Rorschach’ın doktoru mesela. Gayet iyi bir aile babası görünümünde iken Rorschach ile yaptıkları seansların evliliğini sarsması kitabın önemli vurgularından biri idi. Filmde buna dair bir ima bile göremiyoruz. En önemli eksikliklerden biri ise ilk Night Owl’un öldürülmesi ve bunun üzerine ana kahramanımız olarak nitelendirebileceğimiz 2. Night Owl’un bile adam öldürebilecek konuma gelmesi. Aslında bu sahneler çekilmiş ancak filmin süresinin daha fazla uzamaması için çıkartılmış. Çok büyük bir ihtimalle yönetmenin kurgusunda bu sahneler de olacaktır.

Sonuç olarak iyi bir film var karşımızda. Müzikleri ise kesinlikle çok çok iyi.
Bu arada oyuncular ile devam filmlerinin anlaşması yapıldığını ama Snyder’ın bir devam filmini yönetmeyi şiddetle reddettiğini ekleyelim. Alan Moore, Watchmen‘in devamını yazmadığına ve bir mucize olmazsa yazmayacağına göre devam filmi gerçekten de çok anlamsız olur.

Son olarak Gilliam’ın filmin süresinin hikayeyi anlatmaya yetmeyeceği ile ilgili görüşünden hareketle filmin süresini ve planlanan yönetmenin kurgusunun süresini de belirtelim. Sinemalarda gösterilen film 2 saat 36 dakika idi ama Snyder şimdiden yönetmenin kurgusunun 3 saat 10 dakika olacağını hatta Tales of the Black Freighter hikayesinin de dahil edileceği 3 saat 25 dakikalık bir kurgunun daha olacağını söylemiş (Tales of the Black Freighter, kitaptaki bir karakterin okuduğu bir çizgi roman). Anlaşılan filmi sevenlere DVD’sini ya da Blu-Ray’ini almak farz olacak.

Yaşam Arsızı:

Yasemin Alkaya iyi bir oyuncu olduğu kadar da belgesel film konusunda da hem ilgili hem yetenekli bir isim. Daha önce yönetmenliğini üstlendiği 5. Kat filminde direkt olarak kendi hayatı ile bağlantılı bir konudan yola çıkarak bir belgesel ortaya çıkaran Alkaya, bu kez yine kendi hayatı ile bağlantılı bir hikayenin belgeselini çekerken ortaya hem daha iyi bir yapım çıkartıyor, hem de bu belgesel merakının gelip geçici bir durum olmadığını gösteriyor adeta.

Filmde hikayesi anlatılan Elif Çağlayan, Alkaya’nın çocukluk arkadaşı aslında. Aynı zamanda ailenin diğer üyeleri ile de tanışıyor Alkaya. Böyle olunca filme sadece dışarıdan bakan bir yönetmen olarak değil Elif’in arkadaşı, Elif’in kardeşi Aysun ve Funda’nın ablası olarak dahil oluyor. Belki de filmin en fazla eleştirilebilecek noktası bu. Ancak bunu da bir seçim olarak görerek kabul etmek lazım. Bu yaklaşımın tam tersi de Ankara Film Festivali’nde izlediğimiz bir belgeselde babasının hikayesini anlattığı halde bunu hiç açık etmeyen yönetmenin yaklaşımı. Her ikisinin de belli derecede haklı olduğu noktalar olabilir. Bunu bir kenara bırakıp filme dönelim.

Yaşam Arsızı belki bir belgesel filmden beklenebilecek estetik beklentileri tam olarak karşılamıyor ya da çok bilinmedik şeyler söylemiyor ama Ankara’da bir pavyonda çalışırken tanıdığımız Elif’in anne babasının ölümü ve arkasından kardeşlerinin zihinsel durumlarının bozulması ile başlayan hikayesi o kadar gerçek ve samimi ki insan duygulanmadan ve ülkemizin durumu üzerine düşünmeden edemiyor. Yaşananlar kurmaca bir filmde konu edilse abartılı görülebilir ama ne yazık ki gerçek ve belki daha azıyla, belki de daha çoğuyla Türkiye’de pek çok kadının yaşadığı olaylar.

Tüm yaşananlara rağmen Elif’in hayata nasıl tutunduğunu görmek için izlenebilecek bir film. Yine de özellikle şizofreni teşhisi konan iki kardeşin, Aysun ve Funda’nın, ziyaret edildiği sahnelerin çok üzücü olduğunu, bu tip konulara dayanamayanların temkinli yaklaşması gerektiğini de belirtmeden geçmeyelim.

Gölgesizler:

Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler adlı romanı ilk yayınlandığı 1995 yılından beri edebiyatseverlerin dikkatini çeken ve övgüler almış bir romandı. Sinemamızın az ama öz film çeken yönetmenlerinden Ümit Ünal’ın kitabın yayınından neredeyse 15 yıl sonra çektiği bu uyarlama gerçekten ilginç bir yapım. Öncelikle Ümit Ünal’ı sinemacılarımızın nedense çok fazla ilgilenmediği bir alan olan edebiyat uyarlamalarına yöneldiği için tebrik etmek, bunun için de sinemaya uyarlanması son derece zor bir eseri seçtiği için de ayrıca kutlamak lazım.

Ancak Ünal’ın bu zor işin altından tam bir başarı ile kalktığını söylemek zor. Ortada gerçekten ilgiye değer bir film var. Sonuna kadar da ne olup ne bittiği konusunda seyircinin kafasında soru işaretleri oluşturmayı başarıyor. Ancak filmin çok katmanlı ve gerçeküstü yapısı seyircinin içine girmesini oldukça zorlaştırıyor. Doğrusu benim filmi izlediğim seansta köydeki olaylar iyice tuhaflaşmaya başlayıp gizemli bir hal aldığında yaşananların inandırıcı gelmemesi ya da oyunculukların zaman zaman fazlaca abartılı olması nedeniyle salonda sıkça gülüşmeler oldu. Halbuki belli ki bu durum yönetmenin arzuladığı bir durum değildi.

Belki de Ümit Ünal kitabı bire bir uyarlamak yerine hikayeye daha fazla müdahil olup kendi yorumunu katsa idi ortaya daha başarılı bir yapım çıkardı. Ama bu sefer de kitabın hayranları tepki gösterebilirdi. Ne olursa olsun tam olarak amaçladığı sonuca varamasa da ilgiye değer bir film Gölgesizler. En azından farklı bir deneme olarak izlenmeli.

Gökten 3 Elma Düştü:

Televizyondan sinemaya geçen Raşit Çelikezer ilk filminde İstanbul’da bir apartmanı temel mekan olarak seçerek kurallara son derece bağlı ve kurallara uymayanlara karşı gayet sert emekli bir asker, onun evden kaçıp kendi yanına sığınan ve arada hırsızlıklar yapan torunu ve aynı apartmanda yaşayan bir hayat kadını arasındaki ilişkilere odaklanıyor. Doğrusu filmin çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Orta halli bir televizyon dizisinden hallice olan filmin en büyük avantajı Köksal Engür, Bennu Yıldırımlar ve İsmail Hacıoğlu gibi 3 farklı kuşaktan gelen başarılı oyuncu kadrosu. Senaryo çok sağlam olmasa da, filmin sinemasal olarak fazla bir özelliği olmasa da bu oyuncuların performansları seyirciyi oynadıkları karaktere inandırıyor yine de.

Aslında filmin ulaştığı nokta itibariyle Çelikezer’in alternatif bir aile kavramını ortaya koyduğu da söylenebilir. Bir anlamda Eastwood’un Gran Torino’da vurguladığı gibi bazen yabancılar, kan bağı ile size bağlı olanlardan daha iyi bir aile olabilir. Bu anlamda filmin son sahnesini de önemli buluyorum ama filmin geneli belli bir seviyeye ulaşamıyor ne yazık ki.

Milyoner (Slumdog Millionaire):

Slumdog Millionaire, ödül sezonunun en öne çıkan filmiydi. Oscar’lara gelinceye kadar onlarca ödül toplayan film sonunda 8 Oscar’la da ödül sezonunu kapadı (IMDB’ye göre Oscar’lar dışında 76 ödül daha aldığını belirtirsek durum daha iyi anlaşılacaktır). Sinemalarımızda Oscar’lardan sonra gösterime girdiği için beklenti de büyük oldu.

Evet filmin gayet başarılı bir peri masalı hikayesi var. Varoşların en diplerinden gelen kahramanımızın hem maddi olarak çok iyi bir noktaya gelmesini, hem de hayallerindeki kızı bulmasını anlatıyor film. Bunu yaparken tüm sinemasal öğeleri de yerli yerinde kullanıyor. Hızlı kurgusu ve hareketli kamera kullanımı son derece başarılı, müzikleri güzel ve coşturucu. Oyuncular gayet başarılı. Ama tüm bunlar filmi türünün en iyilerinden biri yapmaya yetmiyor. Daha nice iyi filmler gördük. Hatta bizzat bu filmin yönetmeni Danny Boyle’un daha iyi filmlerini bulmak mümkün. Milyoner ise iyi bir film ama sadece iyi bir film, o kadar ötesi yok.

Aynı hikayeyi Amerika’da çekseler büyük ihtimalle sessiz sedasız geçecekti sinemalardan. Şimdi farkı ne oldu da niye bu kadar öne çıktı anlamak zor. Rüzgar bir şekilde her nedense bu filmden yana esti ve o da bunu çok iyi kullandı demek lazım. Yine de elbette bu kadar öne çıkan bir filmi izlemeden geçmemek gerek.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Nisan 2009
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
27282930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: