Operasyon Valkyrie (Valkyrie):
Valkyrie, daha çekim aşamasında Tom Cruise’nin son yıllardaki olumsuz imajı, çekim sürecinde yaşanan zorluklar, gösterim tarihinin değiştirilmesi gibi konularla sık sık gündeme gelmişti. Ama filmi izlerken tüm bunları bir kenara bırakmak lazım elbette. İzledikten sonra gayet başarılı bir film olduğu görülüyor. Muhteşem ya da başyapıt gibi sıfatlar kullanılamaz ama iyi bir seyirlik. Konu olarak 2. Dünya Savaşı’nın hararetli günlerinde bir grup Alman subayının Hitler’e karşı düzenlediği suikast ve darbe girişimini anlatan film, gerçek olayları temel alarak yola çıkmış. Bir defa sonucunda başarılı olmayacağını bildiğimiz bir olayın anlatılmasının zor iş olduğunu kabul etmek lazım. Seyirci açısından başarılı olacaklar mı olmayacaklar mı diye bir soru işareti yok çünkü. Ama yönetmen Bryan Singer gerek planlama aşamasında gerekse suikast girişiminin gerçekleştiği gün yaşananları anlatırken nefes nefese bir anlatım tutturmuş. Dikkatiniz bir an bile dağılmadan takip ediyorsunuz gelişmeleri.
Aslında filme tam anlamıyla bir 2. Dünya Savaşı filmi demek de doğru değil. Gerçek olaylara dayanıyor ama rahatlıkla hayali bir ülkenin başkanına karşı düzenlenen bir darbe girişimini anlatan bir film de olabilirdi. Zaten Hitler’in kötü adam olup ona karşı olanların iyi adam olması aslında bizim önceden bildiklerimize dayanıyor. Yoksa filmde somut olarak Hitler’in ve Nazilerin yaptığı soykırım ya da benzeri hareketleri görmüyoruz. Filmde önemli olan o gerilim hissi aslında.
Özellikle yan oyuncu kadrosu çok sağlam. Onlara diyecek bir söz yok. Ama yine de afişlerde ve filmin sonundaki kast listesinde adı ikinci sırada geçen Kenneth Branagh’ı keşke daha çok görseydik. Aslında çok da fazla bir rolü yokmuş. Tom Cruise ise aman aman bir oyunculuk sergilemese de filmin merkezindeki kişi olarak üzerine düşeni yapıyor yine de.
Bryan Singer’ın filmdeki seçimlerinin gayet başarılı olduğu söylenebilir. Bir tek müziğe biraz fazla yüklenilmiş bazı sahnelerde. Bir de filmin geniş ekran formatında daha doğrusu 2.35 : 1 formatında çekilmemiş olması ilk anlarda yadırgatıcı idi. 1.85 : 1 formatı bu film için yetersiz ve küçük bir format gibi gözüküyordu. Ama bu da bir seçim tabii ki. Sonuçta Bryan Singer, Superman Returns fiyaskosundan sonra kendine gelmiş demek mümkün. Belki de Superman ona uygun bir hikaye değildi. İlk dönem bağımsız filmleri dahil olmak üzere Superman Returns dışında sevmediğim filmi yok çünkü kendi adıma. Sonraki Superman filmini de onun çekeceği açıklandı. Belki bu sefer farklı olur diyerek bekleyelim yine de.
Kirpi:
Erdal Murat Aktaş’ın yeni filmi Kirpi, Sulhi Dölek’in bir kitabına dayanıyor ve en büyük kozu olarak da başroldeki iki oyuncusu Mazhar Alanson ve Güven Kıraç’a yükleniyor. Aktaş’ın, ilk filmi Mumya Firarda’dan daha iyi bir filmle karşımıza çıktığını söylemek yanlış olmaz ama doğrusunu söylemek gerekirse o filmden daha iyi bir film yapmak çok da zor bir iş değil. Kirpi filminde kendisine herhangi bir haksızlık yapıldığında altta kalmayan, karşılığını en sert eşek şakasıyla veren iki karakterin çekişmesi ile başlayıp yanlış anlaşmalar sonucu gizli polis, uyuşturucu mafyası, dolandırıcılık çetesi ve hatta uluslararası bir örgütün bile işin içine girerek olayların büyümesi anlatılıyor. Doğrusu söz konusu yanlış anlamalar ve tesadüfler fazlasıyla abartılı ve bir noktadan sonra inandırıcılığını yitiriyor. Ancak yine de özellikle Mazhar Alanson’un hatırına çok da fazla bir şey beklenmeden gidilebilecek bir film.
Zafer ve Gurur (Pride and Glory):
Colin Farrell ve Edward Norton’un başrollerini paylaştığı bir polisiye Zafer ve Gurur. Aslında benzerlerini çok sık gördüğümüz bir film. Aynı aile içinde bir onurlu ve mert polis vardır, bir de pisliklere bulaşmış bir polis. Bunların yolu bir şekilde kesişir ve mücadeleye başlarlar. Bu süreçte onurlu ve mert polis gitgide yalnız kalmaya başlar ama herşeye rağmen mücadelesine devam eder. Bu öykü yapısı içinde iyi filmler de izledik bu güne kadar, kötü filmler de. Zafer ve Gurur türünün iyi sayılabilecek örneklerinden biri. Türe bir yenilik getiremese de sokakların havasını iyi yansıtması, polisin içindeki pisliğin epeyce yayıldığını göstermesi ve bu pisliğe karışmasa bile, bilip ve bilmezden gelenlerin de temiz sayılamayacağını vurgulaması ve klişe sayılmayacak finali ile ilgiyi hakediyor. Polisiye sevenlerin pişman olmayacakları bir film.
Bu arada kuşağının en iyi oyuncularından sayılan Edward Norton elbette burada da iyi ama artık kendisini daha iyi projelerde görmek istediğimizi de eklemeden geçmeyelim. Uzunca bir süredir kalitesini gerçek anlamda gösterebileceği bir rolde görmedik çünkü kendisini.
Frost/Nixon:
Sonunda Oscar adayı filmler de sinemalarımızda gösterime girmeye başladı. En iyi film ve yönetmen dalının 5 adayından sinemalarımızda ilk gösterime giren, eski ABD Başkanı Richard Nixon ile televizyoncu David Frost’un meşhur röportajları çevresinde şekillenen Frost/Nixon filmi oldu. Darısı diğer filmlere diyelim.
Doğrusunu söylemek gerekirse filmin yönetmeni Ron Howard çok sevdiğim bir isim değil. Ama hakkını vermek lazım, bu sefer çok iyi bir işe imza atmış. Aslında yönetmen olarak ne kadar beceri sergilediği tartışılır ama oyuncularına kendilerini göstermek için gerekli alanı bırakması filmin başarılı olması için en önemli unsur olmuş zaten. Bir de öğrendiğimiz kadarıyla tiyatroda da aynı rolleri oynayan Frank Langella ve Michael Sheen gibi geniş kitle tarafından tanınmayan iki sağlam oyuncuda ısrar etmesi, onlar oynamazsa bu filmi çekmem demesi de kendisini takdir etmemiz için yeterli sebep sayılabilir. Çünkü film tam bir oyunculuk şöleni. Özellikle Frank Langella Oscar adaylığını sonuna kadar hakediyor. Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, iki oyuncu da kamera arkasında da rollerine ve atışmalarına devam etmişler. Ki zaten daha önce belirttiğimiz gibi her ikisi de tiyatroda da aynı rolleri oynadıkları için artık içselleştirmişler anlaşılan.
Film, haber görüntüleri eşliğinde hızla Watergate skandalını ve Nixon’ın istifası sürecini anlatarak başlıyor. Sonra bir süre söyleşinin öncesini ve hazırlık aşamasını izliyoruz. Ve asıl film Nixon ve Frost‘un ilk karşılaştıkları anda başlıyor ve yaklaşık bir saat kadar süren söyleşi sahnelerinde tam kıvamını buluyor. Bir saat boyunca sadece söyleşiyi izlemiyoruz aslında. Söyleşi zaten günlere bölündüğü için aralarda karakterlerimizin neler yaptıklarını da görüyoruz. Asıl önemlisi Nixon ve Frost‘un bir telefon konuşması sahnesi var ki filmin doruk noktalarından biri zaten.
Filmde, yapılan söyleşi için boks maçı benzetmesi bir kaç kez kullanılıyor. Gerçekten de öyle. Söyleşi öncesi yapılan hazırlıklar, düşünülen teknik ve taktikler, söyleşi sırasında her iki tarafın da ekiplerinin kenardan her şeyi inceleyerek sonrasında zayıf ve güçlü yanları değerlendirerek yeni taktikler hazırlamaları ve hatta kimi zaman söyleşi sırasındaki müdahaleleri, kritik anlarda rakiplerin karşı tarafın moralini bozacak hamleler yapmaları hep bu boks maçı benzetmesini haklı çıkaran unsurlar. Hatta aynı benzetmeyi filmdeki oyunculuklar için de yapabiliriz. Langella ve Sheen arasında, her ne kadar rakip sayılmasalar da böyle bir durum var. Hatta filmdeki maçtan Frost galip çıksa da oyuncuların maçından Langella galip ayrılıyor dersek yanlış olmaz.
Sadece oyunculuk açısından başarılı bir film yok karşımızda. Aynı zamanda ortada birinci sınıf bir metin de var. Tiyatro oyununu da yazan Peter Morgan, başarılı bir senaryo çıkarmış ortaya. Frost ve Nixon arasında geçen söyleşinin metinleri gerçeğe uygun olabilir belki ama en azından hangi noktaların seçileceği çok önemli. Ayrıca yine bu ikilinin çekimler dışında geçen konuşmaları, özellikle yukarda bahsedilen telefon konuşması çok başarılı. Ya da mesela Nixon’un defalarca çekim başlamadan önceki saniyede Frost‘a inceden laf sokması, ama Watergate ile ilgili kısımda rollerin değişmesi, ayakkabı meselesi çok ince ve güzel ayrıntılar.
Tüm bu başarılı unsurların yanında Ron Howard çok öne çıkmayan ama temiz ve yerli yerinde bir yönetmenlik stili tutturmuş. Diğer tüm dallardaki Oscar adaylıklarına eyvallah (film, kurgu, erkek oyuncu ve uyarlama senaryo), ama yönetmenlik dalındaki adaylığı için akademinin Ron Howard sevgisini gösterdiği ve cömertçe davrandığı yorumunu yapabiliriz.
Sonuç olarak kesinlikle izlenmesi gerekli olan bir film. Ayrıca çoğunluğu sadece diyaloglara dayanan bir film için gayet akıcı ve sürükleyici. Film bitince farkettim ki yaklaşık son yarım saatini koltuğumdan doğrulup öne doğru eğilerek izlemişim.
Bu arada filmdeki Nixon’u izlerken aklıma Süleyman Demirel’in geldiğini eklemeliyim. O lafları döndürmesi, kendisini zor durumda bırakacak soruların etrafından dolanarak olayı kendi istediği noktaya getirmesi ve seyirciyi etkileyecek laflar etmesi, kendine güveni hep onu hatırlattı bana.
Böyle sağlam, üstelik 5 dalda da Oscar adayı bir film ne yazık ki çok az salonda gösterime girdi. Önümüzdeki haftaya tamamen kaldırılabilir. En azından seans sayısı mutlaka azalacaktır. Şimdiden sinemaların en küçük salonlarına düşmüş bile. Sinemada izlemek isteyenler ellerini çabuk tutsunlar. Konu azıcık politik olunca, başrolde medyatik bir isim ya da güzel bir kadın olmayınca böyle oluyor ne yazık ki.