Festivalin geçtiğimiz iki gününde 5 film daha izledim. Bunlarla ilgili düşüncelerim kısa kısa şöyle:
Yas Ormanı (Mogari no Mori): Bazı filmler vardır ki o filmleri izleyebilmek ve zevk alabilmek için ruhsal ve zihinsel durumunuzun uygun olması gerekir. İlk izlediğinizde zevk almadığınız bir filmden sonradan çok keyif alabilirsiniz. Festivalde izlediğimde çok keyif alamadığım Yas Ormanı’nı başka zaman tekrar izlersem sevebileceğimi hissediyorum. Adından da anlaşılabileceği üzere Yas Ormanı, kaybedilen bir kişinin ardınan yıllar geçse bile hissedilen duyuları, bu duygular ile hesaplaşmayı belki de onu hiç unutamamayı anlatan bir film. Bunu anlatırken de görkemli bir ormanın ıssızlığından faydalanıyor çoğunlukla. Ama çoğunlukla ormanda ve iki kişi arasında geçen film şahane görüntüntülere sahip olmasına karşın bir süre sonra izlemek için epey çaba gerektiriyor. Ancak belli bir kalitesi de olduğu inkar edilemeyecek bu filmi festival koşuşturmacasından uzak ve sakin bir kafayla tekrar izlemek lazım.
Sıkıyönetim (État de siège): İşte Costa Gavras’tan su katılmamış bir politik sinema örneği. Zaten hemen her filminde politik bir kaygısı olan Gavras, bu kez de Latin Amerika’daki askeri müdahalerde, işkencelerde ve aslında hemen herşeyin arkasındaki ABD parmağını sorguluyor. Bunu da Uruguay’da gayet masum bir işte çalışan bir Amerikalının nelerin arkasında olabileceğini deşerek yapıyor. Elbette Gavras’ın derdinin sadece Latin Amerika olmadığı açık. Herhalde Amerikalı’dan ders alan grup içinde Yunanistan’ın da adının yer alması tesadüf değil (Türkiye gözüme çarpmadı ama belki de vardır, belli mi olur?).72 yapımı filmin anlatım ve senaryo olarak eski kalmış tarafları var ama konu olarak 35 senede pek bir şeyin değişmemiş olduğunu görmek acı. Zaten filmin sonunda da gayet güzel vurgulandığı üzere Amerikalı’nın biri gider diğeri gelir. Böyle devam eder gider…
Not: Filmin fragmanını bulamadım. Aşağıdaki video filmin içinden, polisin üniversite baskınını anlatan bir kısım.
Bando (Bikur Ha-Tizmoret/The Band’s Visit): Herhalde festivalin en keyifli, en eğlenceli filmi olacak Bando. Mısır’lı bir polis bandosunun İsrail’de konser vermek üzere gelmesi ama yanlış bir kasabaya giderek oranın halkı ile kurdukları ilişkileri şahane bir mizah duygusu ve duyarlı bir romantizm ile anlatan film mutlaka izlenmeli. Bir başyapıt ya da çok önemli bir film değil belki ama defalarca izlenmek istenecek bir film. Konusuna bakılınca ele aldığı milletler açısından konuya yaklaşıp olayı sadece bu iki milletin karşıtlığından doğan çatışmalara indirgeyebilecekken daha çok insani duygulara eğilmesi de takdir edilmesi gereken bir yaklaşım. Bu arada filmin Oscar’larda Yabancı Dilde En İyi Film kategorisine yarısından çoğunun İngilizce olduğu gerekçesiyle kabul edilmediğini ve geçtiğimiz gün biten 3. Avrasya Film Festivali’nde de en iyi film ödülünü aldığını vurgulayalım.
Chungking Express: Genellikle festivallerde daha önceden izlediğim ya da daha sonra izleme fırsatım olacağını bildiğim filmleri tercih etmiyorum. Festivallerin başka şekilde izleme fırsatım olmayacak filmleri yakalama ortamı olmasını seviyorum. Ama mutlaka daha önce izlediğim ama çok sevdiğim ve sinema perdesinde tekrar izlemek istediğim filmler de çıkıyor. İşte Chungking Express bunlardan biri. İlk izlediğimde çarpıldığım ve diğer filmleri ile birlikte bir anda favori yönetmenlerim arasına giren Wong Kar-Wai’nin bu filmini mutlaka beyazperdede izlemeliydim. Aradan geçen yıllara bakınca ilk izleyişteki çarpıcılığını yaratmadı belki ama yine şahane bir film var karşımızda. Birbirinden habersiz 2 polis memurunun yine birbirleri ile neredeyse hiç kesişmeyen hikayelerini anlatıyor film. Her ne kadar ortada 2 polis memuru ve hafiften bir polisiye kurgu olsa da filmin asıl meselesi aşk. Film hakkında çok şey yazılıp çizilebilir ama gerek yok. Aşkın ve anıların son kullanma tarihlerini sorgulayan 223 numaralı polis ile, evini onu seven bir kadınla paylaştığından haberi olmayan 663 numaralı polisi izlemek için mutlaka gidin.
Avcılar (Oi Kynigoi/The Hunters): Tipik bir Angelopoulos filmi daha. Uzun çekimler, az konuşmalar, şahane görsellik. Yani yine onun tarzını bilip sevmek gerekiyor. Ama bu kez keyif almak için biraz da Yunan tarihi bilmek gerekiyor. Kendi adıma keyif aldım ama Yunan tarihinin 50’lerden itibaren yaklaşık 30 yılını konu alan film sırasında keşke oranın tarihini daha iyi bilsem de dedim. 164 dakikalık süresiyle yaman bir film. Angelopoulos’un filmlerini özellikle Eleni Karaindrou’nun müziklerini dinlemek için izleyenlere ufak bir not. 77 tarihli bu filmde ikili henüz beraber çalışmaya başlamamış. Filmde gene epeyce müzik var ama bunlar genelde zaten ortamda yer alan geleneksel müzikler (hatta arada Türkçe bir şarkıya rastlamak da mümkün).
Bir Kaçışın Güncesi (Crónica de Una Fuga): Sıkıyönetim filminden bir gün sonra bu filmi izlemek aynı coğrafyadaki hikayenin farklı bir tarafını görmek açısından güzel bir deneyim oldu. Arjantin’deki askeri darbe sırasında hiç bir suçu olmadığı halde bir takım güçler tarafından kaçırılıp yaklaşık 4 ay boyunca herhangi bir resmi kaydı olmadan hapsedilip sorgulanan (ben sorgulama diyorum, siz işkence diye okuyun) bir gencin ve arkadaşlarının geçirdiği bu süreyi ve kaçış hikayelerini anlatan film gerçekten çok çarpıcı. İşin ilginci neredeyse aynı zamanda çekilen ve 12 Eylül döneminde geçen Eve Dönüş ile kimi çok benzer sahneler içeriyor. Demek ki bu meseleler dünyanın pek çok yerinde benzer gelişmiş. Ama bir fark var ki çok önemli. Arjantin’de darbeciler mahkemeye çıkmış ve yargılanmışlar, bu film de işkence gören gençlerin mahkemedeki ifadeleri temel alınarak çekilmiş. Bizde ise…. İşkence mi yok canım olur mu öyle şey?