Festivalin 3. gününde film dağarcığımıza 3 film daha kattık.
Puslu Manzaralar (Topio stin omichli/Landscape in the Mist): Festivalin benim açımdan en büyük kazançlarından biri Theo Angelopoulos’un daha önce izlememiş olduğum filmlerini izlemek olacak anlaşılan. Ne de olsa diğer klasiklerin çoğunu görmüştüm. Puslu Manzaralar esasen tipik bir Angelopous filmi. Bir şeylerin arayışında yollara düşmüş iki karakterin öyküsü. Burada iki çocuk Almanya’da olduğunu sandıkları babalarını aramak için Yunanistan’dan Almanya’ya gitme çabasındalar. Zaten herhangi birine filmin konusu olarak anlatılabilecek tek şey de bu. Ama Angelopoulos bu arayışı çok daha genel anlamda bir arayışa dönüştürüyor ve her zamanki muhteşem görüntü ve müzik çalışması ile süslüyor ki adeta hipnotize olmuş bir şekilde gözlerinizi perdeden alamıyorsunuz. Filmin dikkat çeken yanlarından bir diğeri de biz çocukların yolculuğunu izlerken arka planda bazı olaylara da sadece çocukların dahil olduğu kadarıyla dahil olmamız. Mesela bir düğün sahnesi var ki muhtemelen o düğünün arka planında çok da sağlam bir hikaye var ama biz görmüyoruz.
Puslu Manzaralar’ı ben çok sevdim ama daha önce bir Angelopoulos filmi izlemiş ve sevmemiş olanlara da tavsiye edemem. Adamın tarzı belli çünkü ve diğer filmlerini sevmediyseniz bunu sevmeniz de çok mümkün değil. Ama ilk kez bir Angelopoulos filmi izleyecek olanlar için bu festivaldeki en kısa süreli filmi olarak (ki o da 127 dakika) bir ilk deney olarak da tavsiye edilir. 167 dakikalık Avcılar daha büyük bir risk olabilir çünkü.
Ayçiçeklerinin Gecesi (La Noche de los Girasoles): İspanya’dan gelen 2006 tarihli bu film, polisiye bir olayı farklı bir anlatım biçimi ile önümüze getiriyor. Ortada genç kadınlara tecavüz edip onları öldüren bir adam, onun elinden son anda kurtulan bir kadın, onun kocası ve iş arkadaşı, biri genç biri yaşlı iki polis ve terkedilmiş bir kasabada yaşayan iki adam var. Hikaye altı bölüme ayrılmış ve bu bölümlerden her biri bu karakterlerin biri ya da bir kaçını merkeze alarak anlatılmış. Filmin konusuna dair bundan fazla bir şey söylemek bir sonraki gösteriminde izlemek isteyenler için seyir zevkini kaçırabilir. Belki festival sonrası bir iki şey daha söyleriz. Şimdilik 2 saatlik süresi hızla akıp geçen bu filmi türü sevenlere tavsiye etmekle yetineyim. Hem böyle devam ederse 72 doğumlu İspanyol yönetmen Jorge Sánchez-Cabezudo’nun Hollywood’a gitmesi yakındır. O zaman biz de ilk filmini izlemiştim ben onun deme şansını yakalarız.
Tuya’nın Evliliği (Tuya de Hun Shi): Berlin’de Altın Ayı kazanan Tuya’nın Evliliği belli ki kazandığı ödülü hak etmiş. Uzakdoğu’dan gelen son yıllardaki filmlerde eğer günümüzü anlatıyor ise genellikle hep büyük şehirlerde geçen hikayeler görüyoruz. En azından buralara kadar gelebilenler öyle. Ancak Tuya’nın Evlikiği’nde Moğolistan’ın içlerinde hayvancılıkla geçimlerini sağlayan, yaşadıkları yer bir köy bile sayılamayak bir ailenin yaşamına tanık oluyor, bu kendine özgü coğrafyada kadın-erkek ilişkilerinin ne kadar bizden farklı ama bazen de ne kadar da tanıdık olduğuna tanık oluyoruz. Film boyunca başta Tuya olmak üzere güçlü ve fedakar ama bunu yaparken de kendini hiçe sayan kadınlara tanıklık ediyoruz. Hem yerel hem de bir o kadar da evrensel bir konu. Yönetmen Quanan Wang hikayesini anlatırken gayet sade bir sinema dili tutturmuş ama böyle bir hikayeye de yakışan buymuş. Muhtemelen vizyona da girecek bir film. Festivalde kaçıranlar vizyonda kaçırmasın derim.