Vizyon Takibi: Yarın Yokmuş Gibi, Oda, Hayallerin Peşinde, Ran, 13. Mezar

Palm Springs (Yarın Yokmuş Gibi):

Aynı günün tekrar tekrar yaşandığı filmlerinin sayısı son zamanlarda giderek arttı ama en iyisi halen Groundhog Day galiba. Palm Springs, birden fazla kişinin durumun farkında olması dışında türe pek bir yenilik katmıyor ama keyifli bir film. Andy Samberg ve Cristin Milioti birbirlerine yakışmışlar. Ki romantik komedilerde en önemli olan şeylerden biri bu. Giderek birbirlerine yakınlaşmaları, ilişkilerindeki kriz noktaları gayet ikna edici. Özellikle günü beraber tekrarladıklarında yaptıkları çok eğlenceli. Yaşanan olayın nedenine niçinine fazla girmemesi de bu film için doğru. Tekrardan çıkmak için yaptıkları ikna edici değilse de derin bilimsel açıklamalara girmek bu filmin işi değil, onu Dark gibi örneklere bırakmak lazım. Yine de senaryoda beni tatmin etmeyen birkaç nokta oldu. Biri, Sarah karakterinin kimin yanında uyandığının filmin ortasına kadar saklanması. Yani, tecrübesiz bir seyirci değilseniz, daha ilk birkaç döngüde anlıyorsunuz zaten. Bir de eğer bir şeyleri atlamadıysam, Nyles’ın en başlarda mağaraya girmesine bir anlam veremedim. Sarah’ın döngüsü o hareket sonrasında başlıyor ama Nyles’ın öyle bir şey yapmasına gerek yok ki. Filmde defalarca ölüyor ve aynı günde diriliyor zaten.
Sinemalar açıldığından beri vizyona giren filmler arasında, geniş kitleye en çok hitap edebilecek film bu gibi gözüküyor. Sinemalar kapalıyken ortamlara düşmüş olması gibi bir handikabı var ama konuştuğum sinemacılar fena seyirci çekmediğini söylediler (ben yine tek izledim).

The Room (Oda):

Çok bir beklentim yoktu ama değerlendirilememiş bazı fırsatlara rağmen bayağı hoşuma gitti. Bir defa, fikir iyi. Odanın içinde istediğiniz her şey gerçek oluyor ama evin dışına çıkartırsanız yok oluyor. 2019 filmi olmasa, kovid sonrası yazıldığını düşünebilirdim. İnsan ister istemez, aylarca evde kaldığımızda böyle fantastik bir durum olsa ne yapardım diye düşünüyor. Valla sanki ben, yıllarca evde mutlu mesut yaşamaya devam ederdim gibime geliyor. Evden dışarı sadece sinemada film izlemek için çıksam yeterli olurdu. Zaten öyle yapıyorum. Finale doğru devreye giren, erkek çocuğun annesine ilgi duyduğu, babasını düşman olarak gördüğü dönemde, o kafa yapısı ile birden büyüse ve hala aynı şeyleri hissetmeye devam etse ne olurdu sorusu da ilginç. Daha iyi işlenebilecek yerlerden biri buydu mesela. Genel olarak evin içindeki sahneleri, hatta evin içindeki farklı evren kısımlarını sevdim ama dışarıya çıkılan yerlerde film zayıflıyor. Özellikle akıl hastanesindeki, evin eski sakini kısmı fazlasıyla klişeydi. Onun hikayesini, Tanrı mevzusuna bağlaması da pek olmamış.
Ama genel olarak, sinemalar açıldıktan sonra izlediğim filmler içinde en keyif aldıklarımdan biri diyebilirim. Türü sevenlere (tür için korkudan ziyade, fantastik demek daha doğru sanırım).

The Peanut Butter Falcon (Hayallerin Peşinde):

Toplumdan belli nedenlerle dışlanmış iki insanın (bir süre sonra üç kişi oluyorlar) yol hikayesi. Başlarından geçen kötü bazı olaylara ve tehditlere karşın, keyifli bir kendini iyi hisset filmi aslında. Keyifli bir film ama kahramanlarımızın karşısına çıkan karakterler genellikle çok iyi kalpli olunca filmin merak duygusu ve kalıcılığı azalıyor. Hatta filmin kötü adamları bile kendi açılarından haklılar aslında. Shia LaBeouf ve gerçekten Down sendromlu olan Zack Gottsagen, iyi bir uyum yakalamışlar ve filmi izlettiriyorlar. Dakota Johnson da o uyumu yakalamış ama karakteri o kadar gerçeklikten kopuk ki. O karakterin, bu ikilinin yolculuğuna katılmasını anlamlandırmak çok zor.

Ran:

Akira Kurosawa’nın en görkemli filmlerinden birini sinema perdesinde tekrar izlemek çok güzeldi ama çok küçük bir salonda gösteriliyor (en azından Ankara’da). Keşke IMAX gibi dev gibi bir perdede izleyebilseydik. Böyle klasikleşmiş filmler için çok fazla diyecek bir şey yok ama Kurosawa’nın bambaşka bir kültürden gelip, Shakespeare’in Kral Lear’ını yerelleştirmesine tekrar hayran kaldım. Bu durum Shakespeare’in metinlerinin her zamana ve mekana uyum sağlayabileceğini de gösteriyor elbette. Görkemli sahnelerin iyi bir hikayenin içine nasıl yedirileceği, hikayenin bir parçası olacağı konusunda da bir ders adeta. Üstelik aradan geçen 35 yılda da etkisinden bir şey kaybetmemiş. O kalabalık sahnelerde her figüranın gerçek olduğunu bilmek gerçekten filme çok şey katıyor. Başka zaman olsa, sinemada izleme fırsatını kaçırmayın derdim ama şimdi işin içinde bir de hastalık riski var. Umarım daha sağlıklı günlerde, Başka Çarşamba’da falan tekrar gösterilir.

13 Graves (13. Mezar):

Dağıtımcılarımızın muhtemelen indirim raflarından, 3 alana 1 bedava kampanyalarından aldığı, kimsenin duymadığı filmlerden biri daha. İki kiralık katilin, cesetleri gömdükleri ormandan çıkamayışlarını ve suçluluk duyguları ile yüzleşmelerini anlatıyor. Filmin büyük kısmı 3 kişinin ormanda ve ormandaki bir kulübede dönüp durmaları ve geçmişi hatırlamaları şeklinde geçiyor. Ama eldeki kısıtlı bütçeyi, son 15 dakikadaki sahnelere yığmışlar. Orada oyuncu sayısı ve prodüksiyon kalitesi görece olarak artıyor. Hatta son bölümde ufaktan bir Wicker Man havası bile yaratmaya çalışmışlar. Neticede vasat bir film. Aslında katillere değil de onlara görevlerini veren acımasız kadın karaktere odaklansalar, daha güzel bir film çıkabilirmiş. Terri Dwyer’ın gayet abartılı oynadığı bu karakter (keyifli bir abartı), geçmişte kocasını öldürtmüş, filmin başında da öz oğlunun ölüm emrini, onun gözlerinin içine baka baka veriyor. Kesinlikle filmin en ilginç karakteri ama çok az görünüyor.

0 Yanıt to “Vizyon Takibi: Yarın Yokmuş Gibi, Oda, Hayallerin Peşinde, Ran, 13. Mezar”



  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 309.403 hits
Eylül 2020
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
282930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.