21 Ara 2010 için arşiv

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 5. Gün: Kısa İyidir 2, Taşra Paneli, Film Sosyalizm

Kısa İyidir 2:

8 filmden oluşan bu seçki festivalin Kısa İyidir bölümünün zayıf sayılabilecek seçkisiydi bana göre. Aslında yine güzel filmler vardı ama sadece güzellerdi, daha ötesi değildi. Berlin duvarının yıkılışına kendine eş arayan bir tavşanın gözünden bakan Esterhazy, ailesinin geçmişini görmek üzere yolculuğa çıkan bir genç kızı anlatan Beyrut (Deyrouth / Beiroot), bir baba oğulun ayrılmadan önce beraber geçirdiği anları anlatan Öpücük (Kus / Kiss) ve müzik tutkunu çocuğuna bu yolda yardımcı olmak isteyen bir babanın hikayesini anlatan Damarımda Kanımda (Muzica in Sange / Music in the Blood) bölümün öne çıkan filmleri olarak sıralanabilir.

Taşra Paneli:

Gezici Festival her yıl bir de sinema kitabı armağan ediyor kitaplıklarımıza. Bu yılki kitap “Taşrada Var Bir Zaman” adını taşıyordu. Ayrıca gösterilen filmler arasında da “Taşra” filmleri için ayrı bir bölüm ayrılmıştı. Bu kapsamda bir de “Taşra Paneli” düzenlendi. Bu panele ilgi de tıpkı 12 Eylül paneli gibi oldukça fazlaydı. Yine oturacak yer bulamayıp paneli ayakta takip edenlerin sayısı epey fazlaydı. Umut Tümay Arslan’ın moderatörlüğünde gerçekleşen panele Tanıl Bora, Zeki Demirkubuz ve Engin Günaydın konuşmacı olarak katıldılar. 2 saat kadar süren panelde en çok konuşan isim Zeki Demirkubuz oldu. Demirkubuz temel olarak taşrada karşılaştığı kimi kötü örneklerden sözederek filmlerinde de çokça vurguladığı gibi insanın her yerde insan olduğunu, mayasında kötülük olduğunu ve taşra ya da şehir farketmediğini vurguladı. Ayrıca Türk aydınının taşraya bakışını ciddi şekilde yanlış bulduğunu, taşranın idealize edilecek ya da korkulacak bir yer olmadığını da ekledi. Türk sinemasında taşrayı doğru anlatan çok fazla bir örnek hatırlamadığını da söyleyerek yine edebiyattan kimi örnekler verdi (Demirkubuz’un özel ilgi alanı olan Rus edebiyatından özellikle).

Tanıl Bora ise temel olarak taşra ile şehrin karşılaşmalarını önemsediğini belirterek Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminin bu konuda iyi bir örnek olduğunu söyledi. Ayrıca taşra tanımının da sabit bir şey olmadığını söyleyerek mesela İstanbul için Ankara da dahil Türkiye’nin geri kalanının taşra olarak görüldüğünü, ama örneğin Amerikanın da tüm Türkiye’yi taşra olarak görebileceğinden bahsetti. Çok fazla konuşmayan Engin Günaydın ise çoğunlukla kendi deneyimlerinden ve bir dönem taşralı gibi gözükmemek için harcadığı çabalardan ama Vavien filmi ile taşra ile barıştığından bahsetti.

Bu arada paneldeki konuşmalar sırasında Zeki Demirkubuz’un Ocak ayında Ankara’da yeni bir film çekeceğini, filmde Engin Günaydın’ın oynayacağını ve filmde yine ucuz bir otelde geçen sahneler olacağını da öğrendik. Demirkubuz, “şöyle lüks bir otelde geçen bir sahne yazsam şahane sponsor bulacağım ama olmuyor işte” derken Ankara’da bulduğu otelin sahibinin senaryoyu istemesini ve okuduktan sonra onay vermesini de ilginç bir anekdot olarak aktardı. Otel sahibi, bunu otelinde porno film çekilmediğine emin olmak için istemiş…

Film Sosyalizm (Film Socialisme / Film Socialism):

Jean-Luc Godard’ın yeni filmi festival seyircisi tarafından büyük bir merakla bekleniyordu. Pek çok kişi merdivenlerde oturarak filmi izlemeye razı oldu. Ancak film devam ettikçe salonu terkedenler, merdivenlerde oturanlara da yer açmış oldu. Kişisel olarak sonuna kadar bekleyenlerdenim ama film hakkında bir yorum yapabilecek durumda değilim. Godard son filmlerinde seyirciden ve anlaşılma kaygısından iyice uzaklaşmıştı, bu filmde iyice ileri gitmiş. İzlediğimiz şey neydi bilemiyorum ama bilinen anlamda bir film olmadığı kesin. Godard 80 yaşında hala yenilik peşinde ki bu takdir edilmesi gereken bir durum aslında. Üstada saygımızdan entelektüel kapasitemiz bu filmi anlamaya yetmedi diyerek filmin sonunda olduğu gibi kendi adıma “NO COMMENT” demek istiyorum.

Kendim yorum yapmayacağım ancak bu film festival seyircilerinin hakkında ne düşündüğünü en merak ettiğim filmlerden biriydi. Sıkı festival takipçilerinden toparlayabildiğim yorumlar:

– Entelektüel sayıklamalar bunlar.
– Bir şizofrenin yaptığı filmi izlesek bundan farklı olmazdı.
– Ele senaryoyu, önümüze de DVD’yi alıp sahne sahne izleyip analiz etmek lazım.
– İnsanlık durumlarını çok iyi anlatırken, pek çok felsefeyi kendisine göre yoğurup yorumlamış. Festivalde sevdiğim ender filmlerden.
– Film beni zorladı ama sevdim. Pek çok kişinin farklı sonuçlar çıkarabileceği bir film.
– Gençliğimde Serseri Aşıklar’ı izlediğimde de hiç bir şey anlamamış ve ne yapıyor bu adam demiştim. Bu film de öyle oldu (ki bu yorum filmi seven ve sevmeyen birbirinden habersiz iki ayrı kişiden geldi).

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 4. Gün: Kısa İyidir 1, Saç, Başka Bir Yerde

Bu yılki Gezici Festival bitti ama elde olmayan nedenlerden henüz Ankara ayağının izlenimlerini bitirmek mümkün olmamıştı. Gecikmeli de olsa 4. gün ile devam ediyorum.

Kısa İyidir 1:

Her zaman olduğu gibi Gezici Festival’in seçtiği kısa filmler kalitesini belli ediyordu. 9 filmlik bu seçkideki filmlerin de hemen hepsi görülmeye değerdi. Festivalin artık gelenekselleşen kısa film ödülleri seyircilerin oylarla veriliyor. Diğer günlere de bakınca bu bölümdeki en iyi 1. ve 3. film bugünkü seçkideydi bana göre. Sadece 3 dakikalık Peter’ın Odası (Peter’s Rum / Peter’s Room) bir türlü yatağından kalkmayan bir çocuğu gösteriyor ve bunun nedenini çarpıcı bir sonla açıklayarak bitiyordu. Benim Adım Helmut (Ich Bin’s Helmut / It is Me Helmut) ise karısının hatası sonucu 57 yaşında 60. yaşgününü kutlayan Helmut’u konu alıyordu. Hikayesi ile olmasa da katman katman açılan dekoru ile dikkat çeken bir filmdi.

Bunlar dışında şeker küpleri toplayan karıncalarla başlayan bir yaşam döngüsünü anlatan Görünüşte Ortak Yaşam (Red-End and the Seemingly Symbiotic Story), aile içinde saklanan sırları anlatan Kızgın Adam (Sinna Mann / Angry Man) ve kurbağa yiyerek mutlu olanlarla onları ezenleri anlatan Kurbağayı Yutmak (Norit Krupi / To Swallow A Toad) da başarılı kısa filmlerdi. Bu filmlerin üçünün de animasyon olduğunu eklemeli.

Saç:

Tayfun Pirselimoğlu, sinema dilini giderek daha olgun bir hale getirmekte. Rıza ve Pus filmlerinden sonra Saç ile bizi yine az sayıda karakter içeren bir hikayeye götürüyor. Tarz olarak yine sakin ve durgun bir anlatım ve son derece az bir diyalog kullanımı var. Bu atmosfer içinde bu durgunluğu kıracak bir olay olsa bile (ki her üç filmde de oluyor) bu olay da aynı sakinlik içinde geçip gidiyor ve hayatın ve karakterlerin birer parçasıymış, zaten olması gerekiyormuş gibi duruyor.

Bu kez karşımızda bir peruk dükkanı sahibi olan Hamdi karakteri var. Hamdi kanser ve az bir ömrü kalmış. Rutin bir şekilde geçen günlerle beraber ölümü bekliyor. Ama bir gün dükkanına saçlarını satmak amacı ile gelen Meryem’e karşı duyduğu tutku her şeyi değiştiriyor. Onu gizliden gizliye takip ediyor, hayatını öğrenmeye çalışıyor. Elbette Meryem’in kocası da hikayenin bir yerinde devreye giriyor ve hikaye gelişiyor. Aslında Pirselimoğlu’nun diğer filmlerinde de olduğu gibi ortada komplike bir hikaye yok. O yine bizi mesafeli bir şekilde ana karakterinin ruh haline dahil etmeye çalışıyor. Bunda da başarılı oluyor. Ancak başta da belirttiğim gibi filmin zaten çok yavaş bir temposu var. Bu tempo ile 131 dakikalık bir film gerçekten zorlu bir deneyim. Biraz daha kısaltılsa daha iyi olurmuş doğrusu.

Başka Bir Yerde (Somewhere):

Sofia Coppola bir kez daha soyadını hakeden bir sinemacı olduğunu gösteriyor. Bir Hollywood yıldızının amaçsız yaşamını anlatan bu filmdeki Johnny Marco karakterini sadece bir Hollywood yıldızı olarak görmek yanlış olur. Bir şekilde medyanın karşısında olan hemen herkesi temsil ediyor. Marco karakteri bir müzisyen ya da yazar olabileceği gibi tümüyle bambaşka bir nedenle medya karşısında olan bir kişi de olabilirdi. Hayatta pek çok kişinin özlem duyduğu imkanlara sahip olsa da amaçsız bir hayat yaşayan ve hiç bir şeyden heyecan duymayan Marco (bu anlamda filmde iki kez izlediğimiz “pole dancing” şovunu Marco’nun uyku ilacı niyetine kullanması vurgulanmalı), bu hayatından ancak büyüme çağındaki kızı ile geçirdiği günler ile biraz sıyrılıp kendini sorgulamaya başlayabiliyor. Biz de filmin büyük kısmında bu ikilinin beraber geçirdiği günleri izliyoruz. Marco’nun kızı ile ayrıldıktan sonra aynı hayata döneceğini tahmin etmek zor değil.

Coppola belki de kendisi de küçükken masum gözlerle gördüğü bir dünyayı başarılı bir şekilde beyazperdeye aktarmayı başarmış. Sakin ve insanı içten içe etkileyen bir film. Bir kaç yerde derdini fazlasıyla seyircinin gözüne sokmasaymış daha iyi olurmuş. Mesela Johnny Marco’nun filmin bir yerinde telefonda “ben hiçbirşey değilim, insan bile değilim” demesi gereksiz olmuş. Coppola bu ruh halini zaten seyirciye geçirmeyi başarıyor.  Başrollerdeki Stephen Dorff ve Elle Fanning de gayet başarılılar. Özellikle Elle, artık genç bir kız olan ablası Dakota’nın ailenin tek iyi oyuncusu olmadığını gösteriyor.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Aralık 2010
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: