Aralık 2010 için arşiv

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 7. Gün: Kısaca Yeni Zelanda, Ekim, Sıradan Bir Hayat, Bibliyotek Pascal

Kısaca Yeni Zelanda:

1988 ile 2007 yılları arasında çekilmiş yedi adet kısa filmden oluşan bu seçki gerçekten çok başarılıydı. Belli ki Yeni Zelanda’nın seçme kısa filmleri seçilmiş. Bir kısmı sonradan uzun filmlerde de başarılı olmuş yönetmenlerden (mesela Whale Rider‘ın yönetmeni Niki Caro) gelen filmler farklı türlerin başarılı örneklerini karşımıza getiriyordu. Barda (The Lounge Bar) ve Lemminglere Yardım (Lemming Aid) başarılı komedi örnekleri iken, Eviye (Kitchen Sink) lavabonun deliğinden çıkan bir adamı anlatan David Lynch filmlerini andıran fantastik bir kısa filmdi. Yaralı bir paraşütçü bulan bir kadını anlatan Kesin Yükseliş (Sure to Rise) ile okul çağındaki bir kızla okulun hizmetlisi arasındaki iletişimi anlatan Bay Tupaia’dan Mesajlar (The Graffiti of Mr. Tupaia) dramatik yönü ile öne çıkan filmlerdi.

Harika Bir Balayı (A Very Nice Honeymoon) gerçek bir hikayeyi anlatan belgesel niteliğinde bir animasyon iken seçkinin en iyisi Yaşam Suyu (Eau de la Vie) idi. Bu başarılı film, seçkin bir topluluğun içine yeni giren Catherine’nin onlarla lüks bir restorandaki akşam yemeklerini anlatıyordu. Restoranın özelliği müşteriler leziz yemeklerini yerken bir yandan da kapalı cam bir kutu içindeki bir adamın yavaş yavaş boğulmasını izlemeleridir…

Ekim (Octubre / October):

Ekim, bir tefeci olan Clemente’nin bir ay içinde değişen yaşamını anlatıyor bize (filmin adı olan Ekim de o bir aydan geliyor). Clemente, para verdiği insanları zerrece önemsemeyen bir adamdır. Bir gün birlikte olduğu fahişelerden birinin evine bir bebek bırakması ile her şey değişir. Başta önemsemese de giderek bu bebeğe bağlanan Clemente’ye komşusu Sofia da yardım eder. Kaçınılmaz olarak bu iki kişi arasında bir yakınlaşma da doğar. Aslında film konusuna bakıldığında işinden başka bir şey düşünmeyen bir adamın hayatına bir çocuk ya da bir kadının girmesi ile hayattaki asıl değerleri bulmasını anlatan Hollywood filmlerinin bir versiyonu olarak duruyor. Doğrusu bunda gerçeklik payı da var. Ama Vega kardeşler neyse ki daha incelikli bir filme imza atmışlar. Bu tip filmlerin başarılı bir örneği. Ancak keyifle izlense de çok fazla iz bırakacak bir film değildi.

Sıradan Bir Hayat (Jao Nok Krajok / Mundane History):

Tayland sineması son yıllarda adından söz ettiren bir sinema olarak dikkat çekiyor. Özellikle Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor‘un Cannes’da Altın Palmiye kazanması Tayland sineması için büyük bir adım oldu. Sıradan Bir Hayat da aynı ülkeden gelen bir film. Filmin başında tekerlekli sandalyeye mahkum olmuş aksi ve mutsuz bir genç ile onun hastabakıcısı ile tanışıyoruz. Beklenebileceği gibi başta araları soğuk olan bu iki adam giderek birbirlerine yaklaşıyorlar ve aralarında bir dostluk kuruluyor. Ancak film sadece bundan ibaret değil. Belli bir noktada her şey değişiyor ve film evrenin oluşumunu anlatmaya başlıyor, doğu felsefesine dalıyor ve bizi (muhtemelen) gerçek bir doğuma götürüyor. Film bu yöne doğru saptığında doğu felsefesine hakim olmak filmden alınan zevki arttıracaktır. Çünkü tıpkı Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filminde olduğu gibi bu felsefeye fazlasıyla gönderme yapıyor ve bu konuda yeterince donanımlı olmayınca tüm bu göndermeleri anlamak zorlaşıyor. Yine de başarılı bir film olduğu söylenebilir.

Bibliyotek Pascal (Bibliothèque Pascal):

Mona yurtdışına giderken kızını geride bırakan yalnız bir annedir. Döndüğünde sosyal görevliye aradan geçen zamanda neler yaptığını anlatıp kızını geri alabilmek için onu ikna etmek zorundadır. Biz de Mona’nın geçirdiği bu zamanı onun bakış açısı ile izleriz. Aslında karşımızdaki hikaye gençliğinde bir adama tutulup ondan çocuğu olan, sonra yalnız kalan bir kadının seks ticareti zinciri içine düşmesi. Bildik bir hikaye yani. Ama anlatım tarzı hiç de bildik değil. Belki Mona’nın kendi başına gelenleri yumuşatmak isteğinden, belki de gerçekten bunlara inandığından dolayı sosyal görevliye öyle bir hikaye anlatıyor ki adeta sürreal bir masal. Ama bu durum seyirciyi zorlayan bir hal de almıyor. Gayet anlaşılır ve gerçek hayatta nelere karşılık geldiği çözülebilir bir masal bu. Aynı zamanda son derece zekice kurulmuş ve başarılı bir şekilde çekilmiş. Macaristan’ın Oscar’lara göndermek için bu filmi seçmesine şaşamamak gerek. Gayet başarılı bir yapım.

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 6. Gün: Kısa İyidir 3, Chongqing’de Hüzün, Adrienn Pal

Kısa İyidir 3:

Festivalin Kısa İyidir bölümünün bu son seçkisinde yine başarılı filmler vardı. Seçkinin öne çıkan filmi geçen yıl en iyi kısa film Oscar’ını da alan Yeni Komşular (The New Tenants) idi. Reklamcılıktan gelen yönetmen Joachim Back, filminde bir apartmana yeni taşınan eşcinsel bir çiftin taşındıkları dairenin geçmişini öğrendikçe kendilerini hem komik, hem de şiddetle yoğrulmuş bir hikaye içinde bulmalarını anlatıyor. Dinamik anlatımı ve zekice senaryosu ile benim de tüm Kısa İyidir bölümündeki filmler içinde 2. sıraya koyduğum film oldu. Kişisel ilk üçüme girmeyi az farkla kaçıran Üç Saat (Tre Ore / Three Hours) ise özel bir izinle sadece üç saatlerini beraber geçirebilen cinayetten hüküm giymiş bir baba ile kızının hikayesiydi.

Bu iki film dışında 1910’da İstanbul’da yaşanan köpek katliamını konu alan Hayırsız Ada (Chienne D’Histoire / Barking Island), 1970’lerin sonlarında Almanya’daki sol örgütler ile ilgili bir kolaj-belgesel diyebileceğimiz Devetabanı (Tussilago) ve aynı adlı masalın Pakistan’a uyarlanmış hali diyebileceğimiz Kırmızı Başlıklı Kız (Skylappjenta / Little Miss Eyeflap) da öne çıkan diğer filmler arasındaydı.

Chongqing’de Hüzün (Rizhao Chongqing / Chongqing Blues):

Chongqing’de Hüzün,  yıllar önce terkettiği ailesine ancak oğlunun ölüm haberini alınca dönen bir denizciyi getiriyor karşımıza. Oğlunun bir kadını rehin alması ile gelişen olaylar sonucunda bir polis tarafından vurulup öldürüldüğünü öğrenen adam, babalık yapamadığı oğlunun bu hareketi neden yaptığını araştırmaya girişiyor ve bu süreç içinde oğlunun arkadaşlarından , rehin alınan kadına hatta oğlunu öldüren polise kadar pek çok kişi ile görüşüyor. Adı gibi hüzünlü bir film bu. O hüzne uygun bir atmosferi de var ki filmin en başarılı yönü de buydu kanımca. Özellikle filmin ilk yarısında gerçekleşen olayların nedenlerini çözmeye çalıştığımız kısım son derece başarılıydı. Sonrasında, özellikle adamın diğer ailesi işin içine girince bir miktar klişelere yaslansa da toplamda yine de başarılı ve izlenmeye değer bir filmdi.

Adrienn Pal (Pál Adrienn):

Filme adını veren bir karakterin film boyunca karşımıza çıkmaması herhalde çok rastlanan bir durum değildir. Adrienn Pal işte böyle bir film. Filmin ana karakteri Piroska adlı kilolu, yalnız başına yaşayan bir hemşire. Özel hayatında yalnız olduğu gibi hastanede de yalnız bir hayat sürüyor. Çalıştığı koğuşun artık hayatından ümit kesilmiş hastaların olduğu bir koğuş olması da bu yalnızlığı daha da ağırlaştırıyor. Piroska’nın baktığı hastalar birer birer ölüyor, yerine gelenler de ölümü bekliyorlar. Onun görevi ise bu hastaları son günlerinde rahat ettirmek, temiz tutmak. Bir gün koğuşa Adrienn Pal adlı bir hastanın gelmesi ile olaylar değişiyor. Adrienn Pal, Piroska’nın eski bir arkadaşının adı. Aslında gelen hasta onun arkadaşı olan Adrienn Pal değil ama bu onun arkadaşını araması için bir tetikleme oluyor. Film boyunca bu arama sürecini izlerken aslında Piroska’nın kendisini aramasına da şahit oluyoruz (hatta ben bir ara Adrienn Pal karakterinin tamamen hayal ürünü bir karakter olduğunu bile düşündüm).

Festivalin pek çok filminde olduğu gibi modern insanın yalnızlığına vurgu yapan filmin yine buna uygun bir temposu var. Yalnızlığı vurgulayan dekor çalışması da cabası. Festivalin iyi filmleri arasında olan Adrienn Pal’den sözederken başroldeki Éva Gábor’un da adını anmadan geçmemek gerek. Tüm film onun canlandırdığı karakter üzerine kurulu, onu görmediğimiz bir sahne yok gibi bir şey ve o da bu zor rolün altından başarı ile kalkmış.

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 5. Gün: Kısa İyidir 2, Taşra Paneli, Film Sosyalizm

Kısa İyidir 2:

8 filmden oluşan bu seçki festivalin Kısa İyidir bölümünün zayıf sayılabilecek seçkisiydi bana göre. Aslında yine güzel filmler vardı ama sadece güzellerdi, daha ötesi değildi. Berlin duvarının yıkılışına kendine eş arayan bir tavşanın gözünden bakan Esterhazy, ailesinin geçmişini görmek üzere yolculuğa çıkan bir genç kızı anlatan Beyrut (Deyrouth / Beiroot), bir baba oğulun ayrılmadan önce beraber geçirdiği anları anlatan Öpücük (Kus / Kiss) ve müzik tutkunu çocuğuna bu yolda yardımcı olmak isteyen bir babanın hikayesini anlatan Damarımda Kanımda (Muzica in Sange / Music in the Blood) bölümün öne çıkan filmleri olarak sıralanabilir.

Taşra Paneli:

Gezici Festival her yıl bir de sinema kitabı armağan ediyor kitaplıklarımıza. Bu yılki kitap “Taşrada Var Bir Zaman” adını taşıyordu. Ayrıca gösterilen filmler arasında da “Taşra” filmleri için ayrı bir bölüm ayrılmıştı. Bu kapsamda bir de “Taşra Paneli” düzenlendi. Bu panele ilgi de tıpkı 12 Eylül paneli gibi oldukça fazlaydı. Yine oturacak yer bulamayıp paneli ayakta takip edenlerin sayısı epey fazlaydı. Umut Tümay Arslan’ın moderatörlüğünde gerçekleşen panele Tanıl Bora, Zeki Demirkubuz ve Engin Günaydın konuşmacı olarak katıldılar. 2 saat kadar süren panelde en çok konuşan isim Zeki Demirkubuz oldu. Demirkubuz temel olarak taşrada karşılaştığı kimi kötü örneklerden sözederek filmlerinde de çokça vurguladığı gibi insanın her yerde insan olduğunu, mayasında kötülük olduğunu ve taşra ya da şehir farketmediğini vurguladı. Ayrıca Türk aydınının taşraya bakışını ciddi şekilde yanlış bulduğunu, taşranın idealize edilecek ya da korkulacak bir yer olmadığını da ekledi. Türk sinemasında taşrayı doğru anlatan çok fazla bir örnek hatırlamadığını da söyleyerek yine edebiyattan kimi örnekler verdi (Demirkubuz’un özel ilgi alanı olan Rus edebiyatından özellikle).

Tanıl Bora ise temel olarak taşra ile şehrin karşılaşmalarını önemsediğini belirterek Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminin bu konuda iyi bir örnek olduğunu söyledi. Ayrıca taşra tanımının da sabit bir şey olmadığını söyleyerek mesela İstanbul için Ankara da dahil Türkiye’nin geri kalanının taşra olarak görüldüğünü, ama örneğin Amerikanın da tüm Türkiye’yi taşra olarak görebileceğinden bahsetti. Çok fazla konuşmayan Engin Günaydın ise çoğunlukla kendi deneyimlerinden ve bir dönem taşralı gibi gözükmemek için harcadığı çabalardan ama Vavien filmi ile taşra ile barıştığından bahsetti.

Bu arada paneldeki konuşmalar sırasında Zeki Demirkubuz’un Ocak ayında Ankara’da yeni bir film çekeceğini, filmde Engin Günaydın’ın oynayacağını ve filmde yine ucuz bir otelde geçen sahneler olacağını da öğrendik. Demirkubuz, “şöyle lüks bir otelde geçen bir sahne yazsam şahane sponsor bulacağım ama olmuyor işte” derken Ankara’da bulduğu otelin sahibinin senaryoyu istemesini ve okuduktan sonra onay vermesini de ilginç bir anekdot olarak aktardı. Otel sahibi, bunu otelinde porno film çekilmediğine emin olmak için istemiş…

Film Sosyalizm (Film Socialisme / Film Socialism):

Jean-Luc Godard’ın yeni filmi festival seyircisi tarafından büyük bir merakla bekleniyordu. Pek çok kişi merdivenlerde oturarak filmi izlemeye razı oldu. Ancak film devam ettikçe salonu terkedenler, merdivenlerde oturanlara da yer açmış oldu. Kişisel olarak sonuna kadar bekleyenlerdenim ama film hakkında bir yorum yapabilecek durumda değilim. Godard son filmlerinde seyirciden ve anlaşılma kaygısından iyice uzaklaşmıştı, bu filmde iyice ileri gitmiş. İzlediğimiz şey neydi bilemiyorum ama bilinen anlamda bir film olmadığı kesin. Godard 80 yaşında hala yenilik peşinde ki bu takdir edilmesi gereken bir durum aslında. Üstada saygımızdan entelektüel kapasitemiz bu filmi anlamaya yetmedi diyerek filmin sonunda olduğu gibi kendi adıma “NO COMMENT” demek istiyorum.

Kendim yorum yapmayacağım ancak bu film festival seyircilerinin hakkında ne düşündüğünü en merak ettiğim filmlerden biriydi. Sıkı festival takipçilerinden toparlayabildiğim yorumlar:

– Entelektüel sayıklamalar bunlar.
– Bir şizofrenin yaptığı filmi izlesek bundan farklı olmazdı.
– Ele senaryoyu, önümüze de DVD’yi alıp sahne sahne izleyip analiz etmek lazım.
– İnsanlık durumlarını çok iyi anlatırken, pek çok felsefeyi kendisine göre yoğurup yorumlamış. Festivalde sevdiğim ender filmlerden.
– Film beni zorladı ama sevdim. Pek çok kişinin farklı sonuçlar çıkarabileceği bir film.
– Gençliğimde Serseri Aşıklar’ı izlediğimde de hiç bir şey anlamamış ve ne yapıyor bu adam demiştim. Bu film de öyle oldu (ki bu yorum filmi seven ve sevmeyen birbirinden habersiz iki ayrı kişiden geldi).

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 4. Gün: Kısa İyidir 1, Saç, Başka Bir Yerde

Bu yılki Gezici Festival bitti ama elde olmayan nedenlerden henüz Ankara ayağının izlenimlerini bitirmek mümkün olmamıştı. Gecikmeli de olsa 4. gün ile devam ediyorum.

Kısa İyidir 1:

Her zaman olduğu gibi Gezici Festival’in seçtiği kısa filmler kalitesini belli ediyordu. 9 filmlik bu seçkideki filmlerin de hemen hepsi görülmeye değerdi. Festivalin artık gelenekselleşen kısa film ödülleri seyircilerin oylarla veriliyor. Diğer günlere de bakınca bu bölümdeki en iyi 1. ve 3. film bugünkü seçkideydi bana göre. Sadece 3 dakikalık Peter’ın Odası (Peter’s Rum / Peter’s Room) bir türlü yatağından kalkmayan bir çocuğu gösteriyor ve bunun nedenini çarpıcı bir sonla açıklayarak bitiyordu. Benim Adım Helmut (Ich Bin’s Helmut / It is Me Helmut) ise karısının hatası sonucu 57 yaşında 60. yaşgününü kutlayan Helmut’u konu alıyordu. Hikayesi ile olmasa da katman katman açılan dekoru ile dikkat çeken bir filmdi.

Bunlar dışında şeker küpleri toplayan karıncalarla başlayan bir yaşam döngüsünü anlatan Görünüşte Ortak Yaşam (Red-End and the Seemingly Symbiotic Story), aile içinde saklanan sırları anlatan Kızgın Adam (Sinna Mann / Angry Man) ve kurbağa yiyerek mutlu olanlarla onları ezenleri anlatan Kurbağayı Yutmak (Norit Krupi / To Swallow A Toad) da başarılı kısa filmlerdi. Bu filmlerin üçünün de animasyon olduğunu eklemeli.

Saç:

Tayfun Pirselimoğlu, sinema dilini giderek daha olgun bir hale getirmekte. Rıza ve Pus filmlerinden sonra Saç ile bizi yine az sayıda karakter içeren bir hikayeye götürüyor. Tarz olarak yine sakin ve durgun bir anlatım ve son derece az bir diyalog kullanımı var. Bu atmosfer içinde bu durgunluğu kıracak bir olay olsa bile (ki her üç filmde de oluyor) bu olay da aynı sakinlik içinde geçip gidiyor ve hayatın ve karakterlerin birer parçasıymış, zaten olması gerekiyormuş gibi duruyor.

Bu kez karşımızda bir peruk dükkanı sahibi olan Hamdi karakteri var. Hamdi kanser ve az bir ömrü kalmış. Rutin bir şekilde geçen günlerle beraber ölümü bekliyor. Ama bir gün dükkanına saçlarını satmak amacı ile gelen Meryem’e karşı duyduğu tutku her şeyi değiştiriyor. Onu gizliden gizliye takip ediyor, hayatını öğrenmeye çalışıyor. Elbette Meryem’in kocası da hikayenin bir yerinde devreye giriyor ve hikaye gelişiyor. Aslında Pirselimoğlu’nun diğer filmlerinde de olduğu gibi ortada komplike bir hikaye yok. O yine bizi mesafeli bir şekilde ana karakterinin ruh haline dahil etmeye çalışıyor. Bunda da başarılı oluyor. Ancak başta da belirttiğim gibi filmin zaten çok yavaş bir temposu var. Bu tempo ile 131 dakikalık bir film gerçekten zorlu bir deneyim. Biraz daha kısaltılsa daha iyi olurmuş doğrusu.

Başka Bir Yerde (Somewhere):

Sofia Coppola bir kez daha soyadını hakeden bir sinemacı olduğunu gösteriyor. Bir Hollywood yıldızının amaçsız yaşamını anlatan bu filmdeki Johnny Marco karakterini sadece bir Hollywood yıldızı olarak görmek yanlış olur. Bir şekilde medyanın karşısında olan hemen herkesi temsil ediyor. Marco karakteri bir müzisyen ya da yazar olabileceği gibi tümüyle bambaşka bir nedenle medya karşısında olan bir kişi de olabilirdi. Hayatta pek çok kişinin özlem duyduğu imkanlara sahip olsa da amaçsız bir hayat yaşayan ve hiç bir şeyden heyecan duymayan Marco (bu anlamda filmde iki kez izlediğimiz “pole dancing” şovunu Marco’nun uyku ilacı niyetine kullanması vurgulanmalı), bu hayatından ancak büyüme çağındaki kızı ile geçirdiği günler ile biraz sıyrılıp kendini sorgulamaya başlayabiliyor. Biz de filmin büyük kısmında bu ikilinin beraber geçirdiği günleri izliyoruz. Marco’nun kızı ile ayrıldıktan sonra aynı hayata döneceğini tahmin etmek zor değil.

Coppola belki de kendisi de küçükken masum gözlerle gördüğü bir dünyayı başarılı bir şekilde beyazperdeye aktarmayı başarmış. Sakin ve insanı içten içe etkileyen bir film. Bir kaç yerde derdini fazlasıyla seyircinin gözüne sokmasaymış daha iyi olurmuş. Mesela Johnny Marco’nun filmin bir yerinde telefonda “ben hiçbirşey değilim, insan bile değilim” demesi gereksiz olmuş. Coppola bu ruh halini zaten seyirciye geçirmeyi başarıyor.  Başrollerdeki Stephen Dorff ve Elle Fanning de gayet başarılılar. Özellikle Elle, artık genç bir kız olan ablası Dakota’nın ailenin tek iyi oyuncusu olmadığını gösteriyor.

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 3. Gün: İllegal, Kayıp, Gişe Memuru

İllegal:

Festivalin yarışma filmlerinden olan İllegal aynı zamanda Belçika’nın Oscar’a gönderdiği film. Film Belçika’da oğlu ile beraber kaçak olarak yaşayan Beyazrus Tanya’nın yakalanması ile açılıyor ve film boyunca Tanya’nın yasal olmayan göçmenlerin tutulduğu gözaltı merkezinde geçirdiği yaşama tanıklık ediyoruz. Bu sırada bir kaç kez sınırdışı edilmeye de çalışılıyor. Bu iç burkan hikaye son derece güçlü bir şekilde anlatılmış. Yönetmen Olivier Masset-Depasse filmin gerçekçi olması için titiz bir çalışma yaptığını vurguluyor. Bu nedenle her ne kadar film gerçek hayattan alınmış bir hikaye değilse de yaşananlar ayrı ayrı da olsa insanların başından geçmiş hikayeler. Bu güçlü hikaye gerçekçi bir sinema diliyle desteklenince ortaya iyi bir film çıkmış. Bir tek sonunda gerçekçilikten biraz koptuğu söylenebilir. Duygu sömürüsüne kayması çok kolayken bu yola başvurmaması da takdir edilmesi gereken bir durum. Ayrıca Tanya’yı canlandıran Anne Coesens’in oyunculuğu da filme değer katıyor.

Bu arada Belçika’nın hatta genel olarak Avrupa’nın göçmen politikasına ciddi eleştirileri olan ve resmi yetkililerce uygulanan şiddeti de gösteren bu filmin ülkemizi yanlış tanıtıyor falan denmeden Belçika’nın resmi Oscar adayı olarak seçilmesi de takdir edilmesi gereken bir konu.

Kayıp (Missing):

Bu yılki festivalin teması olan “Darbe”nin etkilerini en iyi yansıtan filmlerden biri artık bir klasik olarak kabul edilen, Costa-Gavras’ın Kayıp filmi. Daha önce seyretmiş olsak da bir sinema salonunda izlemenin etkisini arttırdığı filmden biriydi Kayıp. Film, 1973 yılında Şili’deki darbenin sonrasında ortadan kaybolan Amerikalı bir gazeteciyi ve onu arama çabasındaki karısı ve babasının gerçek öyküsünü getiriyor karşımıza. Ön planda bir kayıp arama öyküsünü adeta bir polisiye havasında anlatsa da filmin esas derdi darbenin yarattığı tekinsiz ortamı yansıtmak ve elbette hem bu darbenin hem de dünyanın pek çok yerindeki başka darbelerin arkasındaki Amerikan parmağına işaret etmek (12 Eylül darbesinden 2 yıl sonra gösterime giren bu filmden kendimize de çıkartacağımız paylar olmalı herhalde). Bunu yaparken hikayeyi Jack Lemmon’un müthiş bir başarı ile canlandırdığı baba karakterinin üzerinden anlatması da önemli. Çünkü baba karakteri tipik bir sıradan muhafazakar Amerikalı olarak çizilmiş. Oğlunun yaptıklarına bir gençlik heyecanı olarak bakıp onun ideallerini anlamaz, Amerikalı yetkililere güvenen bir portre ile başlayıp giderek değişen ve gerçekleri anlayan bu karakterin değişimi çok başarılı bir şekilde verilmiş.

Bu arada ilginç olan Costa-Gavras gibi bir yönetmenin, zamanında Amerika’da Jack Lemmon gibi bir isim ile bir film çekebiliyor olması. Üstelik filmin konusu Amerika’nın yürüttüğü gizli kapaklı darbe yanlısı hareketler olabiliyor. Universal gibi bir stüdyonun başı baskılara direnip filmden ödün vermiyor. Daha da ötesi Oscar’larda en iyi film dalında aday olup, senaryo dalında kazanabiliyor (Cannes Film Festivali’nde Yol ile Altın Palmiye’yi paylaştığını da biliyoruz ama o daha anlaşılabilir bir ödül). Bugün aynı şey olur mu, merak konusu.

Gişe Memuru:

Tolga Karaçelik bu ilk filminde bizi kendi dünyasında yaşayan gişe memuru Kenan’ın hayatına götürüyor. Zaten işi gereği küçücük bir kulübede sıkışıp kalmış olan Kenan özel yaşamında da bir sıkışıklık durumu yaşamakta, hiç anlaşamadığı hasta babası ile aynı evi paylaşmaktadır. Tek arkadaşı mahalledeki berberdir, babasına bakıcılık yapan Nurgül ile de aralarında bir çekim vardır sanki ama bir türlü birbirlerine açılamamaktadırlar. Kenan için bu hayattan tek kaçış çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla kendi hayal dünyasıdır. Gişe memurluğu işinde çok başarılıdır ama bir gün tam da denetleme sırasında kendisini hayal dünyasına fazlaca kaptırıp müşteri ile sorun yaşayınca günde 3-4 arabanın anca geçtiği Afar istasyonuna tayini çıkar (film sonundaki söyleşide Kenan’ı canlandıran Serkan Ercan’ın söylediği gibi Afar=Araf). Film Kenan’ın başına gelen olayları zaman zaman ne kadar trajik olsa da komediden de vazgeçmeyerek anlatıyor. Tek bir karakter üzerine kurulmuş bu filmde Kenan’ın psikolojisine son derece iyi hakim oluyoruz. Bunda senaryonun başarısı kadar Ercan’ın oyunculuğunun da payı var (ki zaten o da Antalya’da en iyi erkek oyuncu ödülünü paylaşan isimlerden biriydi). Eksikleri olsa da bir ilk film olarak son derece başarılı.

Filmin sonunda Serkan Ercan ile yapılan söyleşi filmin süresinde bir sıkıntı yaşanması sonucunda salondaki seyircilerin büyük kısmı gittikten sonra gerçekleşti. Ama olsun, daha samimi bir söyleşi oldu böylece. Ercan filmin ele aldığı temalar ve özellikle karakterin babası ile ilişkileri üzerine bir şeyler söylerken gişe memurluğunun gerçekten de ne kadar tüketici bir iş olduğundan bahsetti. Eşi gerçekten bu işi yapan bir seyircinin “eşimi oynamışsınız” demesi de hoş bir andı.

1. Malatya Film Festivali Sona Erdi, Ödüller Açıklandı

Bu yıl ilki düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali 2 Aralık günü sona erdi. Festivali takip etme şansımız olmadı ancak gecikmeli de olsa ödül kazanan filmleri yazmadan geçmeyelim (festivalin komedi filmleri üzerine odaklandığını ve yarışmanın da bu kategorideki filmler arasında yapıldığını belirtelim):

En İyi Film (Kristal Kayısı): Görünmez Kadın (La Femme Invisible / The Invisible Woman)
En iyi Yönetmen: Flippos Tsitos (Platon’un Akademisi / Akadimia Platonos / Plato’s Academy)
En iyi Erkek Oyuncu: Jan Fares (Baba / Farsan)
En iyi Kadın Oyuncu: Julie Depardieu (Görünmez Kadın / La Femme Invisible / The Invisible Woman)
En İyi Senaryo: Cristián Jiménez ve Alicia Scherson (Optik Yanılsamalar / Ilusiones Opticas / Optical Illusions)
Kemal Sunal Halk Ödülü: Çakallarla Dans
SİYAD Ödülü: Simon Konianski
Jüri Özel Ödülü: Bekleme Müziği (Música en Espera / Music on Hold)

Ayrıca kısa film dalındaki ödüller de şu şekilde:

En İyi Film: Uşak Hesabı (y: Yusuf Emirdar)
Jüri Özel Ödülü: Şampiyon Beşiktaş (y: Şirin Soysal)
SİYAD Ödülü: Küçük Bir Hakikat (y: Emre Akay)
İnönü Üniversitesi Öğrenci Ödülü: Uşak Hesabı (y: Yusuf Emirdar)

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 2. Gün: 48, Cennet Oteli, 12 Eylül, Darbe Paneli, Aziz Tony’nin Günahı, Atlıkarınca

48:

Portekiz, 1926’dan 1974’e kadar faşist bir diktatörlükle yönetilmiş bir ülke. Yani tam 48 yıl. Bu belgesel filmin adı da buradan geliyor. Filmde bu dönem hapse düşen, işkence gören insanların anılarını dinliyoruz. Ancak yönetmen Susana de Sousa Dias, bunu yaparken bize konuşanların bugünkü hallerini değil zamanında siyasi polis tarafından gözaltına alınırken ya da hapiste çekilen portre fotoğraflarını gösteriyor. Bu sayede yılların, özellikle hapishane yıllarının kişileri nasıl etkilediğini sadece yüzlerine bakarak da anlamış oluyoruz aslında. İlginç bir film olmuş ancak sadece hareketsiz portre fotoğrafları görmek anlatılanların da ağırlığı ile birleşince filmin 93 dakikalık uzunluğu gerçekten fazla gelebiliyor. Doğrusu 60 dakikalık bir filmi tercih ederdim kendi adıma.

Cennet Oteli (Hotel Rai / Paradise Hotel):

Bulgaristan’da Cennet Oteli olarak anılan apartman bloklarının durumunu anlatan bu belgeselde söz konusu blokların yapıldığı günlerde düşünülenlerle bugün gelinen noktanın ne kadar farklı olduğunu gözler önüne seriliyor. 25 yıl önce Romanların yaşaması için yapılan bu bloklar gayet sağlam ve konforlu binalar olarak tasarlanmış. Günümüzde ise her an çökecekmiş gibi duran, her yanı pislik dolu yapılar haline gelmiş. Üstelik burada yaşayanların buradan kendilerini kurtarmak için çok da şansları yok. Bir kısmı zaten bu durumu kabullenmiş durumda, geri kalanı ise ne kadar çabalasa da kaderlerini değiştirip değiştiremeyecekleri meçhul. Tüm film boyunca bunlar gösterilirken bir yandan süregiden bir de düğün hazırlığı var. Bu da her şeye rağmen hayatın sürdüğünün güzel bir göstergesi olmuş.

12 Eylül:

Filmden önce gösterime ilginin çokluğu ile ilgili bir kaç şeyden bahsedelim. Genellikle belgesel film gösterimlerinin yapıldığı salonlar çok fazla dolmaz. Bir avuç seyirci olur ki onlar da zaten çoğunlukla birbirlerini az çok tanıyan tiplerdir. Bugün gösterilen diğer iki belgeselde de benzer bir durum vardı. Ama konu 12 Eylül olunca ilgi o kadar çoktu ki Alman Kültür’ün orta büyüklükteki salonu doldu taştı, insanlar kenarlara, yerlere ya da merdivenlere oturmak zorunda kaldı, önemli bir kısmı da ayakta izledi. Seyircilerin büyük bir kısmı da belli ki darbeden sonra dünyaya gelmişlerdi ama konuya ilgi duymuşlardı. Bu ilgi sevindirici gerçekten.

Gelelim filme. Günün ilk belgeseli 48 ile bu film arasında bir ortaklık vardı. Her iki filmde de dönemi yaşayanlar anılarını anlatırken görüntüde farklı şeyler görüyorduk. 48’de bu portre fotoğrafları iken, 12 Eylül filminde bu belgesele katılanların bugün yaptıkları işlerden birer kesit olmuş. Kimi bahçe ile uğraşıyor, kimi model gemi yapıyor, kimi kitap kaplıyor vs. vs. Anlatılanlar ise 12 Eylül döneminde genel olarak yaşananlardan ziyade tam da o gün yaşananlar. Kendisi de darbeyi görmeyen bir yaşta olan yönetmen Özlem Sulak soruları ile bunu ortaya çıkarmayı hedeflemiş. 11 ve 12 Eylül arasında acaba ne fark vardı? Bunu farklı görüşlerden sıradan insanların ağızlarından dinlemek önemliydi. Bir kısmı gerçekten darbenin direkt olarak etkilediği insanlardı. Bu isimler için elbette 12 Eylül çok şeyi değiştirmişti (ilk refleksin genellikle sakıncalı görülen kitapları ortadan kaldırmaya yönelik olması belki de önceki darbelerden bir alışkanlık). Ancak bir kısım insan içinse darbenin hala terörü bitiren olumlu bir hareket olarak görüldüğüne tanık olmak ilginç. O dönem çocuk olanlar içinse darbenin belki de tek anlamı okulların tatil olup olmayacağı imiş.

Belgeselin eksik tarafı sağ görüşte olan herhangi bir kişiyle konuşulmamış olmasıydı. Filmden sonraki Darbe Paneli’nin konuşmacılarından olan yönetmen Sulak’a sorulan sorulardan biri buydu. Yönetmen bu durumun farkında olduğunu ama dönemi yaşamış sağcı bulamadığını, herhalde bugün o dönemde sağ görüşte olduklarını söylemek istemediklerini belirtti. Ayrıca filme yönelik sadece anıları gösterip bıraktığı ama bir yargıda bulunmadığı yönünde bir eleştiri de vardı. Belli bir seyirci grubundan kabul de gördü bu eleştiri ama ben de kişisel olarak yönetmenin görüşüne katılıyorum. Sinemanın işi kimseye ne düşünmesi gerektiğini söylemek değil. Seyirci kendi görüşünün de ışığında elbette filmden kendi sonucunu çıkaracaktır.

Darbe Paneli:

“Darbe, Sinema, Bellek” başlığı ile düzenlenen panele ilgi 12 Eylül belgeselinden de fazlaydı. Mithat Sancar’ın moderatörlüğünde düzenlenen panele konuşmacı olarak Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve 12 Eylül belgeselinin yönetmeni Özlem Sulak katıldılar. Yaklaşık 1.5 saatini izleyebildiğim panelde dönemi yaşamış olan Önder ve Kürkçü anıları ile birlikte Türk sinemasının döneme bakışını tartıştılar. Ayrıca dünya sinemasının darbelere ve askeri yönetimlere bakışı da gündeme geldi. Sulak ise çoğunlukla kendisini 12 Eylül filmini çekmeye iten nedenlerden ve filmde yaptığı seçimlerden bahsetti.

Aziz Tony’nin Günahı (Püha Tõnu Kiusamine / The Temptation of St. Tony):

Aziz Tony’nin Günahı Estonya’nın bu yıl Oscar’a gönderdiği film olması ile dikkat çekiyor. Bir cenaze sahnesi ile açılan bu siyah-beyaz film Tony’nin iyi insanı arama çabası üzerine kurulu. Ancak daha ilk sahnesinde cenazenin yanından gürültüyle geçip giden ve kaza yapan aracın absürtlüğünden de anlaşılabileceği gibi absürt ve sürreal bir film bu. Altı bölümden oluşan bu film, görüntüleri ile dikkat çekiyor öncelikle. Zaman zaman Bunuel esintileri de taşıyan bu film (ki filmin sonunda yönetmenin Bunuel ve Pasolini’ye teşekkür ettiğini görüyoruz), kişisel olarak anlamlandırmakta zorlandığım kimi simgelerle dolu. Daha iyi yorum yapmak, hatta film hakkında doğru bir değerlendirme yapmak için birden fazla izlemek gereken filmlerden.

Atlıkarınca:

İlksen Başarır, ilk filmi Başka Dilde Aşk ile iyi bir popüler sinema örneği vererek dikkat çekmişti. Bu kez o filmde de senaryoyu birlikte yazdığı ve oyuncu olarak çalıştığı Mert Fırat ile beraber daha zorlu bir konuyu anlatmaya girişmişler. Ensest meselesi genellikle günlük hayatta gizlenen bir durum olduğu gibi üzerine film yapması da zor bir konu. Uçlara kayma, karakterleri fazlasıyla köşeli ve klişe olarak çizme riski büyük. Bu anlamda filmdeki en zor karakter Mert Fırat’ın canlandırdığı baba karakteri. Katıksız kötü, yüzüne bile bakılmayacak bir adam olarak çizilebilecek bu karakter hem senaryonun hem de Fırat’ın oyunculuğunun katkısı ile daha gerçek bir yerde duruyor. Karakter sadece iğrenç bir baba olarak çizilmiyor, psikolojik sorunları yavaş yavaş ortaya seriliyor. Ayrıca bir anlamda festivalin bu yılki temalarından “taşra” konusu ile de denk düşüyor film. Büyük şehirden gelen ve taşrada yaşamak zorunda kalan “aydın”ın kendini içinde hissettiği durum üzerine de sağlam şeyler söylüyor.

Belli bir noktaya kadar çok iyi giden Atlıkarınca, Başka Dilde Aşk’ın sorunlarından da arınmış daha eli yüzü düzgün, konusunu daha iyi toparlamış bir film izlenimi veriyordu. Ancak bir noktadan sonra sanki filmin farklı bir kurgu anlayışına ihtiyacı varmış gibi zamanda ileri geri gitmeye, seyirciyi bu anlamda zorlamaya başladı. Bunu da belli ki bir gizem oluşturmak, hikayenin bir noktasında olan bir olayın (her ne kadar bu olay festival kataloğunda açıkça yazsa da şimdi açık etmeyelim) ne şekilde gerçekleştiğini finale saklamak için yapılmış. Halbuki düz bir anlatımla karakterlerin olay öncesi sonrası durumlarına odaklanmak çok daha iyi olurmuş. Bu tip zaman oyunlarının uygun olacağı filmler var elbette ama bu film onlardan değil kanımca.

Sight & Sound’a Göre 2010’un En İyisi The Social Network

Sinema dünyasının önemli yayınlarından Sight & Sound 2010’un en iyi filmlerini seçti. Açıklanan listeye göre yılın en iyisi David Fincher’ın The Social Network filmi. Bir İngiliz dergisi olan derginin seçkileri tüm dünya sinemasını kapsar ve gerçekten de o yılki genel eğilimi gösterir. Oscar’lar gibi Amerikan sinema endüstrisini temel almaz yani. Bu nedenle bir Amerikan filminin listenin başında olması çok karşılaşmadığımız bir durum. Ki zaten listenin geri kalanında sadece bir Amerikan filmi var. Derginin ilk 10 listesi şu şekilde (eşit oy alan filmler de olduğu için ilk 12 listesi aslında):

1. The Social Network (David Fincher)
2. Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (Apichatpong Weerasethakul)
3. Another Year (Mike Leigh)
4. Carlos (Olivier Assayas)
5. The Arbor (Clio Barnard)
6. Winter’s Bone (Debra Granik)
6. I Am Love (Luca Guadagnino)
8. The Autobiography of Nicolae Ceausescu (Andrei Ujica)
8. Film Socialisme (Jean-Luc Godard)
8. Nostalgia for the Light (Patricio Guzman)
8. Poetry (Lee Chang-dong)
8. A Prophet (Jacques Audiard)

Gezici Festival 2010 İzlenimleri – 1. Gün: Kars Öyküleri

Kars Öyküleri:

Gezici Festival’in iki yıl öncesine kadar en önemli duraklarından biri Kars’tı. 2007 yılında da festival kapsamında bir Kars Öyküleri senaryo yarışması düzenlenmişti. Artık festival Kars’a gitmiyor belki ama o yarışmanın sonucunda seçilen senaryolar bugün bir film olarak karşımızda. Kars Öyküleri için 5 kısa filmden oluşan ve ortak teması Kars olan bir toplama diyebiliriz.

Filmlerden ilki Özcan Alper’in Moto Guzzi‘si idi. Sonbahar filminden tanıdığımız Alper’in bölümünü merakla bekliyordum ancak geç kalanların salona girmesi devam ettiği için iki küçük çocuk arasındaki yakınlaşmayı anlatan bu kısa filme henüz konsantre olamadan başladı ve bitti (en kısa bölüm bu bölümdü zaten). Zehra Derya Koç’un Kül filmi ise annesinin ölümü nedeniyle çocukluğunun geçtiği  köye dönen genç bir kadının eski günleri hatırlaması üzerine bir film ve temel olarak bir ergenliğe geçiş öyküsü anlatıyor. Kızın hayatındaki ilk adet görme, ilk kez sütyen alma gibi anlara tanıklık ediyoruz. Her ne kadar özellikle dünya sinemasında örneklerini görsek de bizim sinemamızda çok değinilmeyen bir dönemi ele alan, kendi içinde başarılı bir yapımdı.

Ülkü Oktay’ın Zilo filmi için kişisel olarak en çok sevdiğim bölüm olduğunu söyleyebilirim. Civcivi ile birlikte yaşamak isteyen Zilo’nun evde de okulda da civcivine bir yer bulamaması, üstüne üstük bir de ailesinin soğuk algınlığı ilacı ile kendisini zehirlemeye düşünmesi üzerine Ankara’ya kaçış planlarını uygulamaya koyduğunu gördüğümüz film son derece eğlenceliydi.

Ahu Öztürk’ün Açık Yara filmi ise yine bir ölüm nedeniyle köyüne geri gelen bir karakter üzerine kurulu. Bu kez bir erkek çocuk konu alınmış. Babasının geçmişini öğrendikçe belki de daha önce sevmediği babasını daha iyi anlayan hatta onunla özdeşleşen bir çocuk bu. Doğrusu çok iz bırakan bir bölüm olmadı bende.

2004’de Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi ile dikkat çeken, sonradan Adab-ı Muaşeret filmini izlediğimiz Emre Akay da Kars Öyküleri ile tekrar karşımıza çıktı. Küçük Bir Hakikat başlıklı bölümde Sporcu Celal Bey’in bu lakabı nasıl aldığı ve bu lakabının gerçek olup olmadığı konu edilmiş. Sinema dili ile dikkat çeken bir filmdi doğrusu. Hatta finali biraz daha iyi olsaydı 5 film arasında en iyisi diyebilirdim.

Bu arada filmlerin hemen hepsinde çocuk oyuncular vardı ve hepsi de çok başarılıydı (özellikle Zilo rolü ile Birsu Demir), bir not olarak bunu da eklemek istedim.

Film sonrası yapılan söyleşide filmin yapımcısı Ahmet Boyacıoğlu ve oyuncular çekim hikayelerinden bahsettiler. Gösterime de girmesi planlanan bu filmi ilerde çok daha başarılı işlerini göreceğimizden emin olduğum bir grup genç yönetmeni tanımak adına izlemek gerek.

16. Gezici Film Festivali Başlıyor

Bu yıl 3-19 Aralık tarihleri arasında yapılacak olan 16. Gezici Film Festivali’nin durakları Ankara, Artvin ve Ordu. 3-9 Aralık arası Ankara programından sonra festival, 10-16 Aralık’da Artvinli, 16-19 Aralık tarihleri arasında da Ordulu sinemaseverlerle buluşacak.

Festivalin bu yılki teması Darbe. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan darbelere yönelik kurmaca ve belgesel filmlerle birlikte, festival kapsamında paneller de düzenlenecek. Ayrıca Artvin’de sahiplerini bulacak Altın Boğa ödülleri için de Dünya sinemasından geçtiğimiz yıl çıkan önemli örnekler yarışacak. Festivalin önemli bir diğer bölümü de Türk sinemasına ayrılmış durumda. Bu bölümde bir kısmı gösterime girmiş, bir kısmı ise vizyon sırasını bekleyen 2010 yılının önemli yerli filmleri seyirci karşısına çıkacak. Bir çoğunun gösterimlerinde film ekibinden konuklar da olacak. Festivalin değişmez bölümlerinden Kısa İyidir de elbette ihmal edilmemiş.

Festival ile ilgili ayrıntılı bilgiye http://www.gezicifestival.org/ adresinden erişilebilir.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.151 hits
Aralık 2010
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: