Herhangi bir nedenle bedensel ya da zihinsel bir özre sahip olan insanların hikâyesi oldum olası sinemaya çekici gelmiş bir konu. Her ne kadar kimi zaman Rain Man gibi kurmaca örneklerini görsek de genellikle söz konusu hikâye yaşanmış bir olaya dayanıyorsa film daha da etkileyici oluyor. Ne de olsa özürlerinin üstesinden gelip hayatta bir takım başarılara imza atmış birisinin gerçek öyküsü herkesin ilgisini çeker. Bu tip filmler özellikle oyunculuk açısından da zorlu bir sınav olduğu için söz konusu özürlü karakteri canlandıran oyuncu açısından da önemli bir fırsat olur. Genellikle bu tip oyunculukları seven ve daha incelikli performansları çok da takdir etmeyen jürileri de etkilemek için birebirdir bu performanslar.
Kelebek ve Dalgıç (Le Scaphandre et le Papillon) filmi de konu seçimi olarak bu tip filmlerin genel eğilimini yansıtır gibi gözüküyor. Film, Fransız Elle dergisinin editörü Jean-Dominique Bauby’nin henüz 43 yaşında geçirdiği bir hastalık sonucu sadece ve sadece sol gözünü oynatabilmesini ve buna rağmen bir kitap yazmasının öyküsünü anlatıyor. Sadece sol gözünü oynatabilen ve dünya ile tek iletişimi de bu olan bir insanın durumu, üstelik bu haliyle bir de kitap yazabiliyorsa gerçekten anlatmaya değer. Film de zaten Bauby’nin kendi durumunu anlattığı bu kitabın bir uyarlaması. Bauby’nin kitabı piyasaya çıktıktan iki gün sonra ölmesi de öyküye ticari sinemanın çokça kullandığı duygusallık boyutunu da fazlasıyla katmak için yeterli. Bu uyarlama bir şekilde bildik memur Hollywood yönetmenlerinden birinin eline düşse idi başrole tanınmış bir star konur (aslında başrolün az daha Johnny Depp tarafından canlandırılacağını da belirtelim), Hollywood kurallarına uygun bir şekilde seyircinin duyguları ile sonuna kadar oynanır ve Bauby’nin hastalıktan önceki yaşamına da önemli bir yer ayrılırdı.
Çok sık film çekmeyen ve aslında ressam olan Julian Schnabel, tıpkı kitabın bu durumdaki bir insanın yaşadıklarını okuyucuya ortak ettiği gibi, filminde de seyirciyi Bauby’nin yaşadıklarına ortak etmeye soyunmuş. Bunu yaparken yukarda belirtilen türün kurallarına tamamen sırt çevirdiğini söylemek mümkün olmasa da filmin büyük bir bölümünde kamerayı Bauby’nin gözü haline getirerek seyirciyi de onunla özdeşleştirmesi filmin seviyesini çok yukarılara taşıyor. Kameranın bir karakterin gözü haline gelmesi ilk kez kullanılan bir yöntem değil elbette. Ancak bu filmdeki kadar baskın kullanılması bir yana, özellikle filmin başında Bauby’nin görmede yaşadığı tüm sorunlar, kafası her zaman belli bir açıda durduğu için gördüğü çarpık görüntüler aynen perdeye yansıyor. Bir sinema makinistine netlik ayarı konusunda kâbuslar yaşatabilecek olan bu sahnelerdeki renk ve ışık kullanımı, kimi zaman karşısındaki kişiyi kadraj dışında bırakan çerçeveler, Schnabel’in belki de ilk kez görsel açıdan resim sanatıyla da ilinti kuran bir film yaptığını düşündürüyor. Bu sahnelerin hayata geçirilmesinde ise uzun zamandan beri ilk defa Steven Spielberg dışında bir yönetmenle çalışan Janusz Kaminski’nin teknik ustalığının da büyük payı var belli ki. Zaten çalıştığı pek çok filmde renk paletiyle ve ışıkla oynamayı seven bir isim Kaminski (elbette bunu yönetmenin de isteği üzerine yapıyordur). Burada işi neredeyse deneysel bir noktaya taşıyacak kadar ilerletmiş ve çok başarılı olmuş. Kamera Bauby’nin tek sağlam gözünün yerine geçerken filmin ses bandından da sürekli onun beyninden geçenleri duyuyoruz. Filmin büyük kısmında kullanılan bu teknik, seyirciyi hastanenin yatağına ya da tekerlekli sandalyeye bağlanıp kalmış hissettiriyor adeta.
Yaklaşık yarım saat boyunca bu teknikten hiç taviz vermeyen yönetmen, tam da tüm filmi bu şekilde götürecek gibi gözükürken, yavaş yavaş Bauby’nin dışardan görünüşüne ve anılarına da yer vermeye başlayarak iki kullanımı dengeliyor. Başroldeki başarılı oyuncu Mathieu Amalric ise ancak bu sahnelerde karşımıza gelebiliyor. Elbette tüm film boyunca sesini duyduğumuzu da unutmamalıyız. Bauby’nin hastalığının şekli ve yönetmenin yukarıda bahsedilen anlatım tercihi nedeni ile oyuncunun ön plana çıkması çok fazla söz konusu olamıyor burada. Örneğin benzer rollerle büyük övgüler alan Daniel Day-Lewis ya da Javier Bardem’in avantajına sahip değil Amalric. Ancak bu Amalric’in kötü bir performans sergilediği anlamına da gelmiyor elbette. Ama filmin oyunculuk olarak en başarılı isminin Max Von Sydow olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bauby’nin babasını oynayan usta aktör onun hastalıktan önce ve sonra oğlu ile ilişkilerini gösteren sahnelerde son derece başarılı. Biraz da Sydow sayesinde bu kısacık baba-oğul ilişkisi çok etkili bir ana dönüşebiliyor. Filmin çok etkili sahnelerinden bir diğeri de Bauby’nin karısı (Emmanuelle Seigner) yardımı ile sevgilisi ile iletişim kurduğu sahne. Bu sahne Bauby’nin karısına odaklanacak bir hikâyenin de en az anlatılan hikâye kadar güçlü olabileceğini gösteriyor adeta.
Kameranın Bauby’nin gözü olduğu anlardan bahsettik yukarıda, bu sahnelerin filmin adındaki dalgıç giysisini (diving bell) temsil ettiği düşünülürse, kameranın kelebeği temsil ettiği anlarda da Bauby’nin zihninin yerine geçtiğini ve zaman-mekan tanımadan sınırsızca hareket ettiği söylenebilir. Bu kullanımda da Schnabel-Kaminski ikilisinin çalışmaları son derece başarılı sonuçlar vermiş.
Filmin bir diğer başarılı yanıysa, seyirciyi yerli yersiz ağlatma gibi bir amaç gütmeyip, Bauby’nin hayatta kalma tutkusunun ve her ne olursa olsun hayata tutunmak gerekliliğini öyle süslü, ağdalı ve ders verir gibi cümleler kurmadan vurgulayabilmeleri. Özellikle hastalığının ilk dönemlerinde ölümü isterken bile Amalric’in önündeki televizyonun kapatılmasına verdiği kendi içindeki tepki ya da karşısındaki kadın doktorları çekici bulması çok küçük ayrıntılar olsa da zihin kapanmadan hayatın bitmediğini gösteren önemli noktalar aslında.
Kelebek ve Dalgıç hem yönetmenlik, hem de konunun incelikli işlenişi açısından mutlaka izlenmesi gereken bir film. Umarız Schnabel bundan sonra yönetmenlik kariyerine de daha sık zaman ayırır ve yeni filmlerini aradan 6-7 yıl geçmeden izleriz.
0 Yanıt to “Bir Bedende Esir Kalmak”