Testere (Saw) ve Otel (Hostel) gibi bol kan ve işkence içeren filmlerin özellikle genç seyirci tarafından pek sevilmesi ve korku filmi denince de akla gelen filmlerin de bu tür olması sonucu olsa gerek, Böcek (Bug) filminin fragmanları da bu tip bir filme işaret ediyordu. Eminim ki filme gelen seyircilerden büyük bir kısmı insanlara saldıran bir takım iğrenç böcekler, belki böceğe dönüşen insanlar ve bol kanlı ölümler bekliyorlardı. Ancak eski toprak William Friedkin’in filmi ise hiç de fragmanının yarattığı beklentileri karşılayacak bir film değil. Bu nedenle seyircilerin büyük kısmında bir hayal kırıklığı yaratması muhtemel. Günümüzde gişe kaygısı ile bu tip bir pazarlama stratejisi izlemek belki de doğru olanı ama filmin gerçekte nasıl bir yapım olduğunu yansıtan bir tanıtım kampanyası, film açısından daha faydalı olabilirdi. Ama bu ayrı bir tartışma konusu. Önemli olan elbette tanıtım kampanyasından bağımsız olarak filmin kendisi olmalı.
Böcek, büyük çoğunluğu iki kişi arasında geçen zaten toplamda da beş kişiden oluşan bir oyuncu kadrosunu barındıran bir tiyatro oyunundan yapılmış bir uyarlama. Film boyunca da bir tiyatro uyarlaması olduğunu her haliyle belli etmekte. Tiyatro oyunlarının sinema uyarlamaları zaman zaman sinemasal bir tat vermez. Ama burada ana karakterlerin belki de en önemli özellikleri, çevrelerindeki dünyadan izole edilmiş olmaları olduğu için bu durum film açısından olumsuz bir sonuç yaratmıyor, tersine karakterlerin durumlarını anlamamız açısından yardımcı oluyor. Filmin başında Agnes’in (Ashley Judd) ıssızlığın ortasındaki evine yukarıdan tekinsiz bir şekilde yavaş yavaş yaklaşan kamera da hem bu yalnızlık duygusunu başarılı bir şekilde veriyor hem de daha filmin başından, adı konmasa bile, filmin bütününe yayılan huzursuz edici atmosferin ilk tohumlarını atıyor. Daha en baştan Agnes karakterinin yalnızlığını, kendisine destek olacak bir insan arayışını hissedebiliyoruz. Hapisten yeni çıkmış olan ve zamanında kendisini öldürmeye bile çalışmış eski eşi de sürekli çalan telefonlar yolu ile sürekli bir tehdit unsuru olarak dışarıda bir yerlerde duruyor. Ancak Agnes öyle bir durumda ki, sanki karşı taraftan daha anlayışlı bir yaklaşım görürse öyle ya da böyle bağlanabileceği bir insan arayışında olduğu için, onu bile kabul edebilir bir psikoloji çiziyor.
Peter (Michael Shannon), tam da böyle bir dönemde Agnes’in karşısına çıkıyor, üstelik onu eski kocasından koruyan kişi olarak bir anda Agnes’in güven duyabileceği bir figür olarak beliriyor. Halbuki Peter ilk andan itibaren çok silik ve çekingen havası olan bir karakter olarak çizilmişti. Normal şartlarda Agnes’ın ilgisini çekecek bir karakter izlenimi vermiyordu. Ayrıca kendi ağzından dile getirildiği üzere uzun süredir bir kadınla beraber olmamış ve bunu bir ihtiyaç olarak da görmüyor Peter. Ancak belli ki o da hayatında başka birine ihtiyaç duyuyor. Film ilerledikçe Peter’ın körfez savaşında bulunduğunu ve geri geldiğinde hayata uyum sağlayamadığını anlıyoruz. O da tıpkı Agnes gibi belki sığınabileceği, belki de tam tersine koruyabileceği bir insan arayışında. O da Agnes’da tam aradığı şeyi buluyor, ona da istediklerini sağlama çabasına giriyor. Bir gece, Peter ve Agnes’in cinsel ilişkiye girişleri bile Peter için kendi arzularını dindirmek amacıyla değil, Agnes’a yardımcı olmak amacı ile yapılmış bir hareket olarak yorumlanabilir.
Bu ilk cinsel ilişkiden sonra Peter’ın yataklarında bir böcek bulması ile hem filmin adındaki böceğin ne olduğu anlaşılmaya başlıyor, hem de film ayrı bir yola doğru ilerliyor. Bu aşamadan sonra gördüğümüz şey, Peter ve Agnes’ın çıkışı olmayan boş bir çukurun dibine doğru hızla yuvarlanışları adeta. Çevrelerindeki kimse onlara inanmazken bu iki insan birbirlerine öyle bağlanıyorlar ki, artık her ikisi de birbirlerinin söylediklerini destekleyerek birbirlerini daha da aşağı çekiyorlar. Peter’ın yatakta bulduğu tek bir böcek giderek tüm eve ve onların vücutlarına da yayılıyor. Ya da onlar öyle sanıyorlar. Bu sanrı güçlendikçe her ikisinin de zaten hastalıklı görünen ruh halleri iyice kötü bir hal alıyor ve iş kendilerini tüm dünyadan soyutlamaya ve tüm dış dünyayı bir tehdit olarak görmeye kadar varıyor.
Filmi tümüyle iki şizofren insanın hastalıklarının birbirlerini tetiklemesini ve giderek ruh sağlıklarının iyice bozulmasını anlatan bir film olarak okumak mümkün. Ancak Friedkin hiç bir zaman biz seyircilerin söz konusu böcekleri görmemize imkan sağlamasa da böceklerin hiç bir şekilde var olmadığına dair kesin bir yargıya varmayı da mümkün kılmıyor. Örneğin Agnes’a gelen telefonların eski kocası tarafından edilip edilmediği ile ilgili elimizde hiç bir somut delil yok. Hatta filmin sonunda yazılar geçerken bir yandan duyulan telefon sesinin ardından, çocuk eşyaları ile dolu bir oda görmemiz, belki de Agnes’ın kaçırılan çocuğu ile ilgili fikirlerinde haklı olabileceğini gösteriyor (belki de hiç bir şey ifade etmiyor). Böylece Peter ve Agnes’in inanılması güç teorilerinin sadece hastalıklı beyinlerden çıkmadığı, bir yanıyla gerçek olabileceği duygusu da her an korunuyor. Bu yolla Friedkin ve yazar Tracy Letts de hükümete ve orduya yönelik eleştirilerini de şizofren iki beynin hastalıklı fantezileri konumundan daha farklı bir yerlerde tutuyorlar. Evet, Peter ve Agnes’ın hasta olduklarına şüphe yok ama bir yandan da o eski deyişte olduğu gibi “paranoyak olmanız, takip edilmediğiniz anlamına gelmez”.
Friedkin tüm film boyunca sade ama seyirciyi etkileyecek bir yönetim ortaya koyuyor. Öyle hızla devinen kamera hareketleri ya da çok hızlı kurgu gibi oyunlar yok. Özellikle filmin ilk yarısı gayet sakin ama yukarda da belirttiğim gibi tekinsiz bir atmosferde geçiyor. Film ilerleyip olaylar hızlanıp dehşet verici aşamaya geldikçe kurgu hızı artıyor ancak yine de asıl amaç halen seyirciyi şok etmekten ziyade seyircinin karakterleri anlayabilmesi oluyor. Bu amaca ulaşmak için tiyatro oyununda da aynı karakteri oynayan Michael Shannon’un ve kariyerinde hiç görmediğimiz kadar etkili bir oyun sunan, üstelik bu kez fiziğini de ön plana çıkarmayan Ashley Judd’ın başlardaki ölçülü, sonlara doğru her iki karakterin de geldiği noktanın bir sonucu olarak, abartılı sayılabilecek oyunları da çok etkili oluyor.
Böcek, Friedkin’in filmografisi açısından belki de son 20 yılın en iyi filmi. 70’ini geçmiş bir yönetmen için önemli bir başarı gerçekten. Yeni bir Şeytan bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacak olsa da derinlikli karakter çözümlemelerini seven izleyicilerin takdir edeceği bir film Böcek.
0 Yanıt to “Böcekler ve İnsanlar”