22 May 2010 için arşiv

Uçan Süpürge 2010 İzlenimleri – 7. Gün: Karanlık Arzular, Nar Ağaçları, Morvern Callar, Kusursuz Aşk

Festival biteli bir hafta oldu belki ama bu yazıyla sonunda festival izlenimlerimi tamalıyorum. Darısı diğer festivallere.

Karanlık Arzular (Entre Tinieblas / Dark Habits):
Kariyerinin başından beri kadın karakterlere ayrı bir önem veren Pedro Almodóvar, kadın filmleri festivalinin programına gönül rahatlığıyla dahil edilebilecek bir isim. Üstelik ilk dönem filmlerini izlemek de ayrı bir keyif. Karanlık Arzular da Almodóvar’ın yine çoğunlukla kadın karakterler arasında geçen, henüz asıl ününü kazanmadan 1983 yılında çekitiği bir filmi.

Filmin temel hikayesi bir pavyon şarkıcısının mafyadan kaçmak için manastıra sığınması üzerine kurulu (10 yıl kadar sonra Amerika’da çekilen ve tümüyle komediye odaklanan Sister Act’ın ilham kaynağı herhalde bu filmmiş). Mafyadan kaçan bu şarkıcının hikayesinin yanında bir yandan manastır da kapanma tehlikesi altında. Filmin asıl eğlenceli kısmı son derece enteresan rahibe karakterleri. Zaten en başta iki rahibenin kulise gidip hayranı oldukları şarkıcıdan imza istemelerinden bu hissediliyor. Bir rahibenin bir pavyon şarkıcısından imza istemesinin tuhaflığı bir yana, zaten o ana kadar şarkıcıdan imza isteyen herhangi bir kişi olmamış. Sonradan rahibeleri tanımaya başladığımızda aralarında uyuşturucu kullanan olduğunu da görüyoruz, takma adla erotik romanlar yazanı da. Üstelik bir de manastırda bir adet kaplan var.

Belki Almodóvar’ın son dönem filmleri kadar profosyonelce çekilmiş bir film değil Karanlık Arzular, hatta ilk dönem filmleri arasında da çok adı geçen bir film değil ama yönetmeni sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir film.

Nar Ağaçları (Al-mor wa al Rumman / Pomegranates and Myrrh):
Nar Ağaçları Filistin’den gelen bir film. Hikaye Kamar ve Zaid’in evlenmeleri ile başlıyor. Gayet mutlu olarak başlayan bu evlilik yıllardır Zaid’in ailesinin sahip olduğu zeytin bahçelerine İsrail ordusunun anlamsız bir sebeple el koyması ile bambaşka bir yöne gidiyor. Çünkü bu olay sırasında Zaid de askerlere direniş göstermekten tutuklanıyor ve Kamar tek başına kalıyor. Bunun arkasından Kamar hem kocasını hem de zeytinlikleri kurtarmak için bir hukuk mücadelesine girişiyor.

Film bu yönüyle yakın zamanda gösterime giren Limon Ağacı filmine benziyor. İki filmin adlarının benzer olması ilginç bir tesadüf. Ayrıca her iki filmde de böyle bir ortamda yalnız bir kadın olmanın zorluklarına da değiniliyor. Burada Kamar ile ilgili en başta öğrendiğimiz şeylerden biri bölgedeki pek çok kadının tersine kocasından bağımsız bir hayatının ve arkadaşlarının olması. O bir dansçı aynı zamanda. Aslında henüz zeytinliklerle ilgili sorun ortaya çıkmadan bu durumun aile içinde yarattığı sorunlar da hafiften hissedilmeye başlıyordu. Belki de sadece bu durumdan bile bir film çıkabilirdi. Üstelik bir de kocası hapiste olan bir kadın olarak üstüne üstüne gelen sorunlardan kurtulup bir süre soluklanmak için olsa bile başka şeylerle ilgilenmesi hiç tasvip edilmiyor.

Nar Ağaçları hem politik durumu hem de böyle bir ortamda bağımsız bir kadın olma meselesini başarılı bir şekilde ele alan ortalmanın üzerinde bir film. İzlenmeli.

Morvern Callar:
Filmin açılışında Morvern Callar’ın erkek arkadaşının beraber yaşadıkları evde intihar ettiğini görüyoruz. Geride bıraktığı tek şey bilgisayarda bırakılmış bir intihar notu ve bir roman. Morvern bir kaç gün ne yapacağını bilemez. Sevgilisinin cesedi bile olduğu yerde kalır. O ise en yakın arkadaşıyla gece klüplerine gider. Sonunda bir anda bilgisayardaki romanın yazar kısımdaki adı değiştirerek onu bir yayıncıya gönderir ve sevgilisinin cesedini parçalara ayrırarak ıssız bir yere gömer. Sonra da arkadaşı ile birlikte bir İspanya tatiline çıkar.

Doğrusu Morvern Callar ilginç ve güzel bir film. Aslında ana karakterinin yaptıklarına tam anlamıyla bir neden bulamıyorsunuz. O içinden geleni yapıyor çünkü. Romandaki adı değiştirmesi bile bilinçli bir şey değil. Sonucu onun açısından olumlu oluyor ama bunu planlamış değil. Tüm film belli bir kafası dumanlılık halinde gidiyor. Özellikle gece klübü sahneleri ve tüm bir İspanya seyahati böyle. Adeta Movern’in düşünerek değil içgüdüleri ile yaşadığına tanıklık ediyoruz. Filmin bolca yavaş çekim ve dış müzik kullanan çekim tarzı da bunu destekliyor. Ayrıca başrolde Samantha Morton da sevilmesi pek güç bir karakteri erişilebilir kıldığı mükemmel bir oyunculuk sergiliyor. Zaten epeyce ödül almış bu filmle. Festivalin izlenmesi gereken filmlerindendi.

Kusursuz Aşk (Parfait Amour! / Perfect Love):
Catherine Breillat’ı kadın-erkek ilişkilerine çarpıcı bakışlar attığı filmlerden tanıyoruz. Cinsellik her zaman bu ilişkinin önemli bir parçası olarak filmlerinde yer alıyor. Bazen cinsellik dozunu öyle bir arttırıyor ki bunu filmin ilgi çekmesi için yaptığı hissi de veriyor doğrusu. Ama filmlerinin altı mutlaka dolu oluyor. Yani altı boş filmler yapan ama cinsellikle ilgi çekmeye çalışan bir yönetmen değil. 1996 yapımı Kusursuz Aşk’da ise sansasyonel sahnelere başvurmadan da çok iyi bir film yapabileceğini gösteriyor. Aslında filmdeki çiftimiz ilişkilerinin büyük kısmını yatakta geçiyorlar. Ama bu sahneler Breillat’ın kimi filmlerinde olduğu gibi her şeyi gösteren sahneler olmayınca filmin diğer dertleri daha iyi ortaya çıkıyor.

Filmin başında Christophe’un kız arkadaşı Frédérique’i bıçaklayarak öldürmüş olduğunu öğreniyoruz. Tüm film de bu eylemin nedenine bizi geri götüren büyük bir flashback aslında. Christophe ve Frédérique arasındaki ilişki çoğunlukla cinsellik üzerine kurulu gibi gözüküyor. Ya da Breillat bunun ilişkinin en önemli noktası olduğunu düşünerek bu kısma odaklanıyor. Çünkü aralarında büyük bir ten uyumu olduğunu düşündüğümüz çift için durumun öyle olmadığını film ilerledikçe anlıyoruz. Ama en rahat konuşabildikleri anlar da cinsellik sonrası anlar. Çift arasındaki önemli sorunlardan biri yaş farkı olarak göze çarpıyor. Hikaye yaşlı kadın-genç erkek ilişkisi olarak sunulsa da aslında kadın 30’larının ortalarında iken erkek 20’lerinin başlarında. Yani çok büyük bir yaş farkı yok aslında, hatta tersi bir durum muhtemelen hiç sorun yaratmayacaktı. Ama asıl sorun kadının başından iki evlilik geçmiş olması ve iki çocuğunun olması belki de. Oğlan son derece toyken kadının daha görmüş geçirmiş ve sağlam bir karakteri var çünkü.

Kusursuz Aşk, kadın-erkek ilişkisine en gerçekçi bakış atan filmlerden biri olarak ortaya çıkarken Breillat bir ilişkiyi ince ince didikleyip masaya yatırabilecek bir isim olduğunu gösteriyor. Keşke sansasyon merakından biraz vazgeçse de ondan bu kalitede filmler izlesek.

Uçan Süpürge 2010 İzlenimleri – 6. Gün: Mucize, Düşümde Bile Günahkarsın, Amrika, Düz Beni

Mucize (Lourdes):
Hayatlarında bir mucize arayan insanlar, özellikle arzulanan bu mucize sağlık ile ilgili ise, son çare olarak ilahi bir güçten yardım diliyorlar. Çok doğal olan bu istek kimi zaman farklı insanlar tarafından bir kazanç kapısı olarak görülebiliyor. Bu konuda onlarca bireysel dolandırıcılık hikayesi görebiliriz. Mucize filmi ise bu olayın bazen çok daha resmi ve kurumsal olabileceğini gösteriyor bize. Lourdes kasabası, Katoliklerin hastalıkları iyileştirdiğine inandıkları bir bölge ve buraya her yıl binlerce hatta milyonlarca insan geliyor (İnternet’te kısa bir araştırma 15.000 kişilik nüfusu olan bu kasabada 270 otel olduğunu ve 5 milyon turisti ağırlayabildiğini gösteriyor). Belli ki bu mucize arayışı ticari bir metaya dönüştürülmüş.

Filmin bir kısmında buraya düzenlenen turların işleyişini neredeyse bir belgesel kıvamında izliyoruz. Görüyoruz ki ortada yasadışı hiç bir şey olamadan çaresiz insanlar üzerinden para kazanmak çok kolay. Ama film sadece bunu göstermekle kalmıyor. Sylvie Testud’un çok başarılı bir şekilde canlandırdığı Christine adında bir ana karakteri de var. Film ilerledikçe Christine’de beklenen mucize yavaş yavaş kendisini göstermeye başlıyor. Bu sefer de diğer insanların bu olaya yaklaşımının son derece çarpıcı olduğunu görüyoruz. Genellikle onun için sevinmek yerine “neden o da ben değilim ki” ya da “o yeterince inaçlı mıydı acaba” gibi düşünceler ön plana çıkmaya başlıyor.

Mucize kimi zaman durağam temposu ile izlenmesi zorlaşsa da başarılı atmosferi ve ele aldığı konu itibari ile izlenmeye değecek orta karar bir film.

Düşümde Bile Günahkarsın:
Asılında bir film değil Düşümde Bile Günahkarsın. Festival kapsamında Altyazı dergisinin kadın yazarlarından Ayça Çiftçi, Gözde Onaran, Senem Aytaç ve Zeynep Dadak’ın konuşmacı olarak katıldıkları panelin adı. Festival izlenimlerini yazarken bu panelden bahsetmezsem eksik kalır diye düşündüm. Bu panelde İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan film-noir türü filmler üzerinden femme-fatale kavramı üzerine çözümlemeler yapıldı. Panel sırasında Double Indemnity, Out of the Past, The Postman Always Rings Twice, The Lady from Shanghai başta olmak üzere, türün önemli filmlerinden örnek sahneler gösterilerek femme-fatale’in çekici ama bir o kadar da korkutucu imgesi irdelendi. Gerçekten izlenmeye değer bir etkinlikti.

Not: Bir sonraki seanstaki filme yetişmem gerektiği için panelden bir miktar erken ayrılmam gerekti ancak hazırlanan diğer filmlerden anladığım kadarıyla femme-fatale’in izi Mulholland Drive ve Bound gibi türün modern örnekleri içinde sürülmeye devam edilmiş hatta Türk sinemasındaki karşılığı da irdelenmiş olmalı.

Amrika (Amreeka):
Amrika da bir önceki gün gösterilen Aramızda gibi Amerikan rüyasına inanıp bu ülkeye göç eden bir aile ile ilgili bir film. Orada göçmenler Meksika’dan gelirken burada Filistin’den gelen bir aile görüyoruz. Filistin’de yaşadığı zorluklara dayanamayan Muna Farah, karşısına bir fırsat çıkınca oğlu ile birlikte Amerika’ya göçüyor. Zaten kızkardeşi de orada yaşamakta. Hayatlarını yoluna sokana kadar onların yanında kalmaya karar veriyorlar ancak her şey o kadar kolay olmuyor tabii ki. Daha ülkeye girişlerinde bir karışıklık sonrasında biriktirdikleri tüm paraya veda etmek zorunda kalıyorlar. Yine de ülkesinde bir banka memuru olarak çalışmakta olan Muna burada da aynı işi yapabileceğinden emin. Ama bu da mümkün olamıyor. Oğlu da okulda ırkçı nitelendirmelerle karşılaşıyor. Yine de bir şekilde hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar.

Amrika’da karşımıza çıkan aile Aramızda filmindekinden daha şanslı drumda. Onlar kadar zorluk yaşamıyorlar. Onlara ikinci sınıf insan gibi bakanların yanında yanlarında duranların, onlara yardım etmeye çalışanların da olduğunu görüyoruz. Hatta filmin sonunda Muna’nın Amerikalı bir erkek arkadaşının bile olabileceğine dair bir ışık yanıyor. Yine olumlu olarak sonuçlanan bir hikaye. Ama tek çözüm yolunu da Amerika’ya gitmekte bulmadığı gözüküyor. Filistin’de kalıp ülkelerinde mücadale edip orada ölmek isteyenlere de saygıyı elden bırakmıyor. Aslında her iki davranışın da bir seçim olduğunu ve hayatın her yerde zor olsa da bir şekilde üstesinden gelinebileceğini gösteren konusundan beklenmeyecek kadar da keyifli bir film üstelik.

Düz Beni (Baise-Moi / Fuck Me):
Festivalin adından da anlaşıldığı gibi en sansasyonel filmi Düz Beni idi. Daha festival kataloğunda filme bilet bulunmasının zor olacağı yazılmıştı zaten. 2000 yılında gösterime girdiğinde (Türkiye’de girememişti) etrafında yaratılan fırtınayı da hatırlıyorum ve o zamandan beri çok ümitli olmasam da izlemek istediğim bir filmdi. Sonunda izledik ama sonuç beklenti az olsa da bir hayal kırıklığı. Erkekler tarafından sürekli olarak aşağılanan, tecavüze uğrayan iki kadının silahları eline alıp canlarının istediği erkeklerle birlikte olup sonra da onları öldürmelerini izliyoruz film boyunca. Hatta sonlara doğru bir gece klübündeki kadın erkek herkesi öldürüyorlar. Filmin vermek istediği mesaj belli ama iyi bir film olamıyor ne yazık ki. Filmin içine bir kaç hardcore sahne koymak ve şiddeti öne çıkarmak iyi bir film yapmıyor, sadece sansasyon yaratmaya yarıyor. Ayrıca belki de sözkonusu hardcore sahneleri oynayacak daha iyi birer oyuncu bulunamadığı için iki başrol oyuncusu da gerçek porno oyuncuları ve normal sahnelerde hiç inandırıcı olamıyorlar.

Son söz olarak şöyle diyelim. İki kadının her şeyi geride bırakıp özgürlüğe gitmesini izlemek istersek Thelma & Louise ya da tecavüze uğrayan bir kadının intikam hikayesini anlatan iyi bir B-filmi izlemek istersek I Spit on Your Grave gibi filmler varken bu filmi izlemenin bir gereği yok. Yok eğer hardcore sahne izlemek gibi bir niyet varsa zaten onun adresi farklı yerler.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Mayıs 2010
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: