Festivalin Dünyanın Halleri bölümünde 4 farklı ülkeden 4 farklı film vardı. Bunlardan ikisini izleme fırsatı buldum.
80 Mektup (Osmdesát Dopisu / Eighty Letters):
80 Mektup, yaklaşık 25 yıl öncesinin Çekoslavakya’sında geçen bir film. Film bir anne oğulun bir gününü anlatıyor. Çocuğun bakış açısından anlatılan filmde baba İngiltere’ye göç etmiş, anne ve oğlu da onun yanına gitmek istiyorlar. Ancak filmde bu çabaya dair çok fazla bir şey görmüyoruz. Genelde anne oğulun günlük rutin yaşamlarını izliyoruz. Zaten olayları çocuğun bakış açısından izlediğimiz için pek çok sahnede neler olduğunu da çok bilemiyoruz. Örneğin anne bir iş için gidip, çocuğu onu beklemesi için apartmanın girişinde bırakırsa biz de dakikalarca çocukla beraber apartmana girip çıkanları izliyoruz. Ya da bir yerden bir yere yürüyerek gidiyorlarsa biz de onlarla beraber uzun süre yürüyoruz. Açıkçası bir yerden sonra bu uzun sahneler sıkıcı olmaya başlıyor.
Festival kataloğunda 80 Mektup‘un otobiyografik özellikler taşıdığı söyleniyordu. Gerçekten de yönetmen de filmdeki çocuk gibi babası İngiltere’ye göçtükten bir süre sonra annesi ile birlikte onun yanına gitmiş. Muhtemelen filmde izlediklerimiz de onun çocukluğundan hatırladıkları. Hatta tahmin ediyorum filme adını veren 80 mektup da annesinin babasına yazdığı mektup sayısı (filmde bu 80 sayısına dair yakalayabildiğim bir açıklama yoktu çünkü). Otobiyografik özelliklerinden dolayı filmdeki pek çok ayrıntının yönetmen için çok şey ifade ettiğini düşünmek yanlış olmaz sanırım. Ama sıkıntı şurada. O ayrıntılar seyirci için pek bir şey ifade etmiyor, böyle olunca da seyirci ilgisini film üzerinde toplayamıyor. Benim izlediğim seansta seyircinin büyük bir kısmı salonu terketti. Kalanların büyük kısmı da uyukladı zaten. Filmin 75 dakikalık süresine rağmen, çok açıkça benim de onların arasında yer aldığımı itiraf etmeliyim.
Kara Kan (Black Blood):
Bu bölümde yer alan filmler arasında izlediğim ikinci film de günlük rutinleri anlatan, uzun planlardan oluşan ve seyirciye sıkıcı gelebilecek olan bir başka film olan Kara Kan idi. Ancak bu kez yönetmen çok daha sinemasal bir anlatım tutturduğu ve siyah-beyazı başarılı bir şekilde kullandığı için daha izlenebilir bir filmdi.
Bu filmde yaşamlarını idame ettirebilmek için kanlarını satan bir çifti izliyoruz. Esasen filmin hikayesi şöyle gelişiyor. Adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra kanını satıyor, adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra parada anlaşamıyorlar ve kanını satamıyor, adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra kanını satıyor ve bu böyle devam ediyor. Bir ara kan satmaya eşi ile beraber gidiyorlar, sonra her ikisi de HIV virüsü kapıyorlar ve olaylar beklenen bir sona doğru ilerliyor (bu arada su içme ve kan satma rutini devam ediyor). Bu arada özellikle su içme sekansları sırasında radyodan sürekli olarak Çin’in ne kadar gelişmiş olduğuna dair yapılan resmi açıklamaları da dinliyoruz ki belli ki bu konuşmalar da insanların yaşayışları ile oluşturduğu tezat nedeniyle konulmuş.
Ama işte bu kadar fazla birbirini tekrarlayan sahneler olmasına rağmen yönetmen kendine özgü tutturduğu tarzla filmi izletmeyi ve akılda kalıcı olmayı başarıyor. Yine de filmi izleyenlerden birinden duyduğum yoruma da katılıyorum: “Güzel film ama 123 dakika yerine 90 dakika civarında olsa daha iyi olacakmış.”
0 Yanıt to “Antalya Altın Portakal 2011 İzlenimleri – Dünyanın Halleri: 80 Mektup, Kara Kan”