Bozkırın da Ötesi (Beyond the Steppes):
1940 yılında Sovyetler Birliği, Polonya’dan pek çok kadını ülkelerinden ayırarak Kazakistan’a sürmüştü. Bu film de bu kadınlardan biri olan Nina’nın hikayesi. Kocası ve kardeşleri savaşa gitmek zorunda olan Nina, küçücük bebeği ile Kazakistan’a gitmek zorunda kalıyor. Tek başına bile oradaki ağır işlere ve doğa koşullarına dayanmak zorken bir de bebek olunca iş iyice zorlaşıyor. Üstelik Rus askerleri de güçten kuvvetten düşünlere hiç acımıyor, onları adeta ölüme terk ediyorlar. Bu yüzden Nina her anne gibi önce bebeğini düşünse de, ona bakabilmek için kendi de ayakta kalabilmek zorunda. Bir şekilde hayatını devam ettirmeye çalışan Nina günün birinde oğlunun hastalanması üzerine ona ilaç bulmak üzere çabalamaya başlıyor. Belli ki bulundukları yerde ona yardımcı olacak bir ilaç yok. O da önce şehre gitmek için izin alma, sonra da o uzun yola çıkıp şehirdeki doktoru ilaç vermesi için ikna etme çabasına giriyor. Bu sırada yolda kendisine eşlik eden Kazak aile ile de birbirlerinin dillerini anlamasalar da bir dostluk kuruluyor.
Zaman zaman can acıtıcı bir hal alsa da duygu sömürüsüne kaymayan Bozkırın da Ötesi başarılı bir film. Başroldeki Agnieszka Grochowska’nın performansının filmi sürüklediği söylenebilir. Yönetmen Vanja d’Alcantara, bu ilk uzun metrajlı filminde gayet soğukkanlı bir yaklaşımla başarılı bir yönetmenlik göstermiş.
Havanalı Eva (Habana Eva):
Adından da anlaşıldığı gibi Havanalı Eva filmi, Küba’nın başkenti olan Havana’da yaşamakta olan Eva adlı genç bir kadını konu alıyor. Bir tekstil fabrikasında (atölye de denebilir aslında) çalışmakta olan Eva’nın bir gün kendi tasarımlarını da yapabilmek gibi bir hayali vardır. Bir yandan da uzun zamandır beraber olduğu erkek arkadaşı Angel ile evlilik planları yapmaktadır. Angel beraber yaşayacakları bir daire inşa etme çabasındadır. Bu daire bittiği zaman Eva ve Angel evleneceklerdir. Ancak Angel bir miktar tembel olduğundan dolayı bir türlü bu işi bitirememekte, evliliğe de sıra gelmemektedir. Tam da bu dönemde kente gelen yakışıklı fotoğrafçı Jorge ile tanışan Eva yavaş yavaş ona tutulmaya başlar. Ancak zamanla Jorge’nin Havana’ya gelişinin nedeninin fotoğraf çekmekten fazlası olduğu ortaya çıkar ve iki erkek arasında kalan Eva bir karar vermek zorunda kalır.
Havanalı Eva romantik komedi kalıplarını kullanan bir film. Belli bir noktasından sonra ilginç bir biçimde doğaüstü olaylara da yer veriyor. Sadece bu iki boyutuyla bakıldığında karşımızda son derece eğlenceli, güzel ve yakışıklı oyuncuların arzı endam ettiği, sonuyla da seyirciyi hem şaşırtan hem de takdirini kazanan bir film var. Ancak biraz görünenin altına baktığımızda filmin savunduğu görüşün epey tartışmalı olduğunu görüyoruz. Yakışıklı ve zengin fotoğrafçı Jorge’nin sonradan ortaya çıkan diğer motivasyonları da düşünüldüğünde kapitalizmi temsil ettiği açık. Havana’nın sokaklarından çıkan tembel Jorge ise belli ki komünizmin temsilcisi. Filmin sonunda gelinen noktada her ne kadar kapitalizm ve komünizm belli bir ortak noktada buluşabilirler gibi bir mesaja bağlansa da filmin kapitalizme daha olumlu, komünizme daha olumsuz anlamlar yüklediği görülebiliyor. Bu şekilde bakıldığında üzerinde konuşmak gereken bir film var karşımızda.
Havanalı Eva’yı canlandıran güzel oyuncu Prakriti Maduro, festivalin konuklarından biri olunca bu konuları tartışmak için de güzel bir fırsat çıktı önümüze. Ancak gördük ki seyircinin büyük bir kısmı bu alt metni hiç dikkate almamış ve filmin sonundaki seçimin ne kadar güzel olduğundan dem vurmakta (finalde ne olduğunu tam olarak açık etmeyelim ama kadınların çok hoşuna giden bir final açıkçası). Ancak söyleşi ilerledikçe filmin alt metnine değinen sorular da gelmeye başladı. Aslında bu tip soruları filmin oyuncusuna sormak çok da anlamlı değil. Keşke yönetmen Fina Torres (ki senaryo yazarlarından biri de o) de konuk olsaymış da ona da aynı sorular gelseymiş. Prakriti Maduro filmde çalışma koşulları ya da Havana’nın durumu gibi konuların gerçeği yansıttığını ve Küba hükümetinin zaman zaman kendilerini eleştiren bu filme destek verdiklerini söylemekle yetindi ve o da filmin politik mesajlarına pek fazla girmemeyi tercih etti. Seyircilerden Küba ve Venezüella ile ilgili gelen soruları da bilgisi dahilinde cevaplamaya çalıştı. Çok doyurucu olmasa da eğlenceli bir söyleşiydi. Tıpkı film gibi.
Son Anna Raporu (Utolsó Jelentés Annáról / The Last Report on Anna):
Márta Mészáros, 1954 yılından beri hızlı bir tempo ile film çeken Macaristan’ın önemli yönetmenlerinden biri. Son 10 yıl içinde bu tempo biraz yavaşlamış olsa da 2009 tarihli Son Anna Raporu, yönetmenin hala formda olduğunun bir göstergesi.
Filme adını veren Anna, Macaristan’ın önemli politikacılarından Anna Kéthly. Aslında epey uzun bir zaman diliminde yaşanmış bir takım olaylara yer veren bu film temel olarak Kéthly’nin 1970’lerde zorunlu olarak Belçika’da sürgünde bulunduğu bir döneme odaklanıyor. Bu dönemde Macaristan hükümeti onun faaliyetlerinden haberdar olmak için bir yol aramaktadır. Sonunda çareyi onun eski sevgilisinin yeğeni Péter’ı bir bahane ile Macaristan’a göndermekte ve onu Anna’nın güvenini kazanıp yaptıklarını raporlamakla görevlendirmekte bulurlar. Aslında Péter da bunu yapmaya çok gönüllü değildir ama biraz da buna mecbur kalır. Ancak Anna’yı tanıdıkça fikirleri de değişmeye başlar.
Mészáros’un filmi konuyu bir kaç açıdan ele alarak sıradan bir biyografi filmi olmaktan uzaklaşıyor. Zaten Anna Kéthly’nin ateşli bir politikacı olduğu dönemde neler yaptığını sadece bir kaç flashback sahnesinde görüyoruz. Ancak yaşlılık dönemindeki tavırlarından bile ne kadar güçlü bir kişilik olduğu ve liderlik yeteneği görülüyor. Ama bir yandan onun özel hayatına da tanıklık ediyoruz. Yıllar yılı birbirini görmemiş, dinlenme korkusu ile telefonda bile konuşamamış iki insanın yaşları ne olursa olsun devam eden aşkları filmin bazı anlarını sağlam bir aşk filmine de dönüştürüyor adeta. Dönemin İsrail başbakanı Golda Meir ile iki kadın olarak muhabbet ettikleri sahne de filmin başarılı anlarından biri. Ayrıca Péter’ın hikayesine de önemli bir yer ayırarak dönemin herkesin birbirini takip ettiği, kimsenin birbirine güvenemediği tekinsiz atmosferini de filmin önemli parçalarından biri yapıyor.
Filmdeki bazı ayrıntıları yakalamak için Macaristan’ın yakın dönem tarihini de bir miktar biliyor olmanın gerekliliğinin filmin izleyici kitlesini bir miktar sınırladığı söylenebilir. Bu anlamda Macar seyircilerin çok daha fazla keyif alabileceği ve boşlukları doldurabileceği bir film gibi gözükse de izlemeye değer bir yapım.
Yağmuru Bile (También la Lluvia / Even the Rain):
Yağmuru Bile, 2000 yılında Bolivya’da halkın su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı yaptıkları eylemlere götürüyor bizleri. Biliyoruz ki bu eylemler, Morales’in iktidara gelmesinin ilk adımları oldu. Film halkın bu dönemdeki tepkilerini anlatırken (ki bu dönemde yaşananlar Su Savaşları olarak geçiyor), bu hikayeyi başka bir hikayenin içinde eritiyor aslında. Filmin ana hikayesi bir film çekmek üzere Bolivya’ya gelen İspanyol bir film ekibi üzerinden yürüyor. Bu ekip Kristof Kolomb ve Amerika’nın keşfi üzerine bir film yapma çabasında. Filmde Amerikan yerlilerini canlandırmak üzere ucuz işgücü olarak Bolivyalı halk arasında bir seçme yaparken kızı ile seçmelere katılan bir adam yönetmenin dikkatini çekiyor ve filmdeki önemli rollerden birini ona vermeyi düşünüyor. Yönetmenin adamda bir ışık sezmesi boşa değil. Zamanla ortaya çıkıyor ki o özelleştirmeye karşı yapılan eylemlerin önderlerinden biri.
Filmin önemli özelliklerinden biri, bir yandan eylemleri gösterirken diğer yandan da uzun yıllar önce Amerikan yerlilerinin yaşadıkları ile de bağlantı kurması ve sömürgecilik anlayışının şekil değiştirerek de olsa aynı kaldığını vurgulaması. Bu nedenle film içinde çekilen filmin her sahnesi ile su eylemleri arasında bağlantı kurmak mümkün. Bu bağlantıyı incelikli bir şekilde kuran senaryo Paul Laverty’ye ait. Bu ismi nereden hatırlıyoruz diyenlere Laverty’nin Ken Loach’ın uzun yıllardır değişmez senaristi olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Yağmuru Bile, değindiği konular ile çok rahatlıkla Ken Loach filmi olabilecek bir yapım.
Senaryoyu överken yönetmenin başarısını da es geçmeyelim elbette. 2003 yılında Gözlerimi de Al filmi ile tanıyıp sevdiğimiz Icíar Bollaín yine çok başarılı bir yönetmenlik sergiliyor. O filmde de beraber çalıştığı İspanyol sinemasının en başarılı aktörlerinden Luis Tosar filmin yapımcısı rolünde her zamanki gibi yine iyi. Üstelik bu kez bir değişim yaşasa da abartılı duygusal çalkantıları olan bir karakteri canlandırmadığı için (son dönemlerdeki filmlerinde bu tip karakterler ağırlık kazanmıştı) kendini çok ön plana çıkartmadan etkili bir oyunculuk sergilemeyi başardığını bir kez daha gösteriyor. Yönetmen rolünde Gael García Bernal standart bir oyunculuk çıkarırken biraz da gişe için seçildiği izlenimini veriyor. Ancak filmin esas yıldızı eylemci Daniel rolünde Juan Carlos Aduviri. Filmin başında yönetmenin dikkatini çekmesi ile bizim dikkatini de üzerinde toplayan Aduviri film boyunca da etkisini sürdürüyor. Daha ilk filminde böyle bir performansa imza atmak kolay değil. Bakalım devamında neler gelecek.
Adını o dönem Bolivya’da yağmur sularının biriktirilip kullanılmasının bile yasaklamasından alan Yağmuru Bile ele aldığı konunun yanında sinemasal değeri ile de öne çıkan bir film. Hatta kişisel fikrime göre festivalin en iyi filmi. Planlar değişmezse 15 Temmuz 2011’de ülkemizde ticari gösterime de girecek olan bu filmi kaçırmamak gerek.
0 Yanıt to “Uçan Süpürge 2011 İzlenimleri – 6. Gün: Bozkırın da Ötesi, Havanalı Eva, Son Anna Raporu, Yağmuru Bile”