İki Ateş Arasında (Between Two Fires):
Son yıllarda, özellikle festivallerde Avrupa’daki mülteci sorunu ile ilgili olarak çok sayıda film izliyoruz. Avrupa’nın en modern ülkelerinin kendilerine mülteci olarak başvuran insanları nasıl koşullarda yaşattıklarını ve onlara nasıl davrandıklarını anlatan bu filmlerin pek çoğu da iyi filmler oluyor doğrusu.
İki Ateş Arasında da bu filmlerden biri. Daha önceki filmografisinde belgesel filmler bulunan Agnieszka Lukasiak, bu ilk kurmaca uzun metraj filminde kendi yaşam öyküsünden de esinlendiği bir mülteci öyküsü ile çıkıyor karşımıza. Beyaz Rusya’da küçük bir kasabada yaşayan Marta, kocasının ölümünden sonra küçük yaştaki kızı ile başta ona çok iyi davranan ama zaman geçtikçe tavrını değiştiren bir adamın yanında kalmaktadır. Günün birinde henüz çocuk yaşlarda olan kızının kadın tüccarlarına satılmak üzere olduğunu anlayan Marta, daha önce İsveç’e iltica etmiş bir tanıdıklarından da aldığı cesaretle İsveç’e doğru yola çıkar.
Filmin bu kısmı oldukça hızlı geçiyor aslında. Asıl odak noktası Marta ve kızının İsveç’teki mülteci kampına yerleştikten sonara olanlar. Özellikle buradaki yaşamın ilk günlerinde herşey bir tehdit unsuru olarak algılanıyor. Oda arkadaşları olan ortadoğulu tekinsiz kadın ya da onları sürekli olarak uzaktan izliyor gibi gözüken Cezayir’li Ali, ilk bakışta hem Marta’nın hem de seyirci olarak bizim güvenip güvenmemek konusunda kararsız olduğumuz karakterler. Zamanla onların da hikayelerine ortak olup orada bulunma nedenlerini öğrenince onları da daha iyi anlamaya başlıyoruz.
Son derece başarılı karakterler ile öyküsünü anlatan film bir yandan da mülteci sistemine sağlam eleştiriler getiriyor. İltica etmek isteyenlerin nedenlerini yeteri kadar incelemeyen, onları kaderleri ile başbaşa bırakan bir sistem bu. Mülteci kampında çalışanların da onlara devlet tarafından atanan avukatların da tümüyle işimiz bitse de gitsek mantığı ile çalışan memurlar oldukları ve yardım etmeleri gereken kişilerle hiç bir empati kurmadıkları da başarılı bir şekilde yansıtılmış. Sonuçta ülkelerinden her türlü köprüleri atarak gelen bu insanlar, yeni geldikleri ülkede kalabilmek için nice ödünler verebiliyorlar.
Lukasiak, ortaya gerçekten etkili bir film çıkarmış. Kimi sahneleri gerçekten de insanın içini acıtıyor. Bu arada özellikle Marta’yı canlandıran Magdalena Poplawska olmak üzere tüm oyunculardan da başarılı performanslar alınmış. Her ne kadar hem yönetmen, hem oyuncular dünya sinemasında tanınan isimler olmasalar da karşımızda festivalin iyi filmlerinden biri var. İlerde de yaptıkları işleri takip etmek gerek.
İntikam (Tasvie Hesab / Payback):
Festivalin bu yılki konuklarından Tahmineh Milani, İran’ın aktif kadın yönetmenlerinden. Bu yıl festivalde bir filmi vardı ama geçtiğimiz yıllarda da Uçan Süpürge’ye konuk olan Milani’nin epeyce filmini izlemiştik o zaman. Bu yüzden genel olarak sinema anlayışını tanıdığımızı söyleyebiliriz. Genellikle güçlü ve kendi kendine yeten kadın karakterleri filmlerinin başrolüne oturtan Milani, filmlerinin çoğunluğunda kadın sorunlarına el atıyor. Açıkçası bunu da altını fazlasıyla çizerek yapıyor.
Bu filmde de hapishanede tanışan ve hayatlarında farklı sorunlar yaşayan dört kadının bir çete kurarak erkeklere hadlerini bildirmelerini anlatıyor. Filmde farklı sosyal gruplardan erkekler, söz konusu kadınlar tarafından kandırılıyor ve kendilerini birer birer bir sandalyeye bağlanmış durumda buluyorlar. Sandalyede bağlı durumda otururken de kadınlara dair görüşlerini seslendiriyorlar. Bu erkeklerin her biri belli bir erkek tipini temsil etmek üzere hikayeye konulmuş belli ki. Böyle olunca hikayenin doğallığı da bir miktar bozuluyor doğrusu. Genel olarak hızlı bir temposu olan film, finale yaklaştıkça iyice hızlanıyor ve bir kaçıp kovalamaca filmine dönüşüyor adeta.
İntikam, İran filmlerinde gördüğümüz incelikli yaklaşımı çok fazla sergileyemiyor ve anlatmak istediklerini Milani’nin diğer filmlerinde olduğu gibi oldukça kalın çizgilerle anlatıyor. Doğrusu başka bir ülkeden gelen bir film olsa daha sert eleştirilebilirdi belki ama İran’da kadın haklarına dikkat çekmek için bazen anlatacaklarınızı seyircinin kafasına vura vura anlatmanız gerek belki de. Bu yüzden çok eleştiremiyorum. Yine de daha iyi bir film olabileceği açık.
Filmin sonrasında Milani ile bir söyleşi de yapıldı. Kendisi de Amerikan filmlerini, onların kurgu ve tempo anlayışını sevdiğini söyledi zaten. Ayrıca öncelikli amacının seyirciyi salonlara çekmek olduğunu, böylece anlatmak istediklerini daha geniş bir kitleye anlatabileceğini de vurguladı. Bir seyircinin tüm erkekleri sandalyeye bağlanması gereken yaratıklar olarak mı görüyorsunuz sorusuna ise Türkçe olarak “Yoo, erkekleri çok severim” şeklinde yanıt verdiğini de eklemek lazım. Artık festival yönetimi ile de pek samimi olduğu gözlenen Milani daha önceki ziyaretinde de çok samimi ve cana yakın bir izlenim vermişti, bu sefer daha da neşeliydi adeta.
Yarın Daha Güzel Olacak (Jutro Bedzie Lepiej / Tomorrow Will Be Better):
Dorota Kedzierzawska, Uçan Süpürge sayesinde tanıdığımız bir yönetmen. Festival takipçileri dışında tanınması zaten mümkün değil ama diğer festivallerde de çok öne çıkan bir isim gibi gözükmüyor. Bu nedenle çok fazla tanınmıyor ama tanımayanların çok şey kaçırdığını söyleyebiliriz. Uçan Süpürge’de yıllar içinde hemen her filmini izledik. Farklı türlerde, farklı dertlerde filmler olsa da hiç bir filmi hayal kırıklığı yaratmadı doğrusu. Bu film de bir istisna değil. Yine gayet başarılı bir film var karşımızda.
Bu kez filminde üç küçük çocuğun hikayesini anlatıyor Kedzierzawska. İki kardeş ve onların bir arkadaşlarının Rusya’dan Polonya’ya geçme çabalarına tanıklık ediyoruz. Aslında filmde bu çocukların nereli oldukları ya da nereye gitmeye çalıştıkları hiç bir zaman çok açıkça belirtilmiyor. Çok da önemli değil aslında. Çocukların akıllarında kendilerini daha iyi günlere götüreceğini hayal ettikleri bir amaçları var, bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar ve bunun için bir yolculuğa çıkıyorlar. Film bu amaca ulaşmaya çalışırken çocukların aralarındaki ilişkilere, birbirlerine nasıl destek olduklarına odaklanıyor daha çok. Bunu yaparken de daha önce de çocuk hikayeleri anlatan Kedzierzawska’nın onlardan ne kadar başarılı bir performans aldığını bir kez daha görüyoruz. En küçüğü 6, en büyüğü ise 11 yaşında olan bu üç çocuk ve filmde çok kısa ama etkili bir rolü olan kız çocuğu o kadar başarılı ve doğal oyunculuklar sergilemişler ki herhalde bunun için yönetmeni kutlamak lazım.
Yönetmenin daha önceki filmlerinde de sıklıkla gördüğümüz pastel tonlar, bu filmde de hakim. Renk paletinde çoğunlukla turuncu ve tonları kullanılmış. Görüntü yönetmeni Arthur Reinhart da gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Belki çok büyük bir hikaye anlatmıyor bu film ama anlattığını o kadar başarıyla seyirciye geçiriyor ki ortaya festivalin en iyilerinden biri çıkıyor.
Küçük Asker (Lille Soldat / Little Soldier):
Lotte belli ki küçüklüğünden beri erkek gibi yetiştirilmiş bir kadın. Büyüdüğünde askere gidiyor ve yurtdışında bir göreve gönderiliyor. Filmin başında Lotte ile tanıştığımızda ülkesine yeni dönmüş ve hayatının bundan sonrasında ne yapacağına karar vermeye çalışan bir Lotte ile karşılaşıyoruz. Çok fazla bir ilişkisinin olmadığı babası ile gittiği bir akşam yemeği sonrası biraz da tesadüflerin etkisiyle babası için şoför olarak çalışmaya başlar. Aslında bu basit bir şoförlük işi değildir. Babası, farklı ülkelerden Danimarka’ya gelen genç kadınlarının pazarlamasını yapmaktadır. Son zamanlardaki gözdesi olan Lily’yi müşterilerine götürüp getirmek, müşterilerden beklenmedik bir hareket gelip başı derde girdiği durumda olaya müdahale edip kızı kurtarmak da yapması gereken işler arasındadır.
Küçük Asker, adıyla Lotte’nin hayatını etkileyen askerlik dönemine vurgu yapıyor ama filmde bu döneme dair hiç bir şey görmüyoruz. Daha çok bu olayın etkilerinin Lotte’nin kişiliğine sindiğini hissediyoruz. Kimseyi öldürdün mü sorusundan sürekli kaçması, sorunun cevabını açık ediyor aslında ama ne olduğunu tam bilmemek etkisini daha da arttırıyor. Bu arada geç gelişen bir baba-kız ilişkisi ile başta birbirinden nefret eden Lotte ve Lily’nin zamanla yakınlaşmasını da görüyoruz. Tüm bunlar incelikli bir sinema diliyle anlatılmış. Giderek erkekleşen bir kadın rolünde Trine Dyrholm’ın da gayet başarılı olduğunu eklemek gerek. Her ne kadar festivalin az seyirci çeken filmlerinden biri olsa da iyilerinden biriydi.
0 Yanıt to “Uçan Süpürge 2011 İzlenimleri – 3. Gün: İki Ateş Arasında, İntikam, Yarın Daha Güzel Olacak, Küçük Asker”