Uçan Süpürge 2011 İzlenimleri – 2. Gün: Deney, Phnom Penh’in Kızları, Örtüyü Kaldırmak, Budrus, Kehanet

Deney (Eksperimentet / The Experiment):

Belli bir bölgesinde ülkenin geri kalanından farklı bir dilin konuşulduğu bir ülke. Bu bölgede insanlar yoksulluk içinde yaşıyor ve ülkenin diğer kısımlarındaki insanlar tarafından küçük ve medeniyetten uzak görülüyorlar. Günün birinde hükümet bu bölgedeki bir grup çocuğun “medeni” aileler tarafından evlat edinilmesine karar veriyor. Devletin “tek dil, tek ülke” felsefesine uygun olarak bu çocuklar bölgelerinde diğer çocuklar için de örnek olacaklar ve birer rol modeli oluşturacaklar. Bu gerçek hikayeyi anlatan film 1950’lerde Danimarka’da geçiyor. Farklı bir dil konuşulan bölge ise Grönland. Efendim, yoksa başka bir yer mi gelmişti aklınıza?

Görünen o ki dünyanın değişik yerlerinde benzer durumlar yaşanmış. Deney filmi Danimarka’da yaşanan bu uygulamayı anlatıyor. Bir deney olarak Grönland’lı yöneticilerinin de onayı ile yapılan bu uygulama, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950’lerin başında gerçekleştirilmiş. Film, söz konusu çocukların Danimarka’daki ailelerin yanında kaldıktan sonra Grönland’a dönmelerini anlatıyor. Ancak Grönland’da da asıl ailelerinin yanında kalmıyor, bakımevi tarzı bir evde yaşıyorlar. Filmin ana kahramanı da bu evin müdürü olan Gert. Gayet idealist bir yaklaşım sergileyen Gert’i başlarda çok otoriter bir karakter olarak görüyoruz. Yaptığı işe ve uygulamanın yararına gerçekten inanıyor. Yine de üst makamların her dediğini de kayıtsız şartsız yaptığı söylenemez. Çocukların iyiliğine olduğunu düşündüğü şeyleri başından beri savunuyor. Zaman geçip çocukları tanıdıkça, giderek farklı şeyler de düşünmeye başlıyor aslında. Hikayede aynı zamanda yalnız başına yaşayan Gert’in özel hayatına da tanıklık ediyor ve aşkı Grönland’da buluşunu da görüyoruz.

Bu arada çocuklar tarafında da aradan geçen sürede anadillerini unutan, artık Grönlandca ninni bile söyleyemeyen karakterler görüyoruz. Hatta gerçek annesi ile biraraya geldiklerinde artık aynı dili konuşmadıkları için iletişim kurmakta da zorlanıyorlar. Üstelik Grönland’lı çocuklar da onları aralarına kabul etmek istemiyorlar. Tam bir arada kalma durumu sözkonusu yani.

Filmin konusu ilgi çekici gerçekten. Özellikle dünyanın farklı yerlerinde benzer şeylerin yaşanmış olduğunu görmek açısından. Ancak filmin o kadar başarılı olduğunu söylemek zor. Ele aldığı konuyu düz bir şekilde anlatmış, konuyu sadece politik bir açıdan ele almayıp ana karakterinin yaşamına da bir pencere açması olumlu. Ayrıca küçük oyunculardan da iyi bir performans alınmış. Bunlar dışında çok fazla özelliği olduğunu söylemek de zor.

Filmde değinilmiyor ama film bittikten sonra Grönland’ın şu anki durumu merak ediliyor (filmin sonunda bu konuda bir yazı beklemiştim doğrusu). Başka merak edenler de vardır belki diyerek buradan o konuda da ufak bir bilgi vereyim. Halen Danimarka’ya bağlı, ancak 1979’da ayrı bir hükümeti olmuş. Yine bu tarihte Grönlandca da Danca’nın yanında resmi dillerden bir diğeri olarak kabul edilmiş. 2008 ise yapılan referandum sonrası Danimarka hükümetinin bazı yetkileri lokal hükümete devredilmiş. Bu sürecin sonunda da 2009 yılında Grönlandca tek resmi dil olmuş. Yine de eğitimde halen Danca en çok kullanılan dil konumunda.

Phnom Penh’in Kızları (The Girls of Phnom Penh):

Festivalde yer alan belgesellerden biri olan Phnom Penh’in Kızları, Kamboçya’nın başkentinde yaşayan 18 yaşından küçük üç seks işçisini konu ediyor. Üçü de ailelerine destek olabilmek için henüz 14-15 yaşlarında bekâretlerini satarak bu sektöre giren bu kızlar, yaşıtları bambaşka şeyler yaparken vücutlarını satmak zorundalar. Belgesel her ne kadar bilmediğimiz şeyler söylemese de bu kızların hiç bir şeyi gizlemeden konuşmaları, olanları tüm gerçekliği ile gözler önüne seriyor. Bu arada çevrenin kızlara bakışındaki ikiyüzlülük de hemen hissediliyor. Bir yandan bekârete çok önem veren bir toplum izlenimi verirken bir yandan da pek çok genç kızın bu yöne sürüklenmesi düşündürücü. Tüm bunlara rağmen kızların da en büyük hayali, günün birinde iyi bir evlilik yapmak.

Filmin çekimlerinden sonra film ekibinin para toplayarak kızları kurtarmış olduklarının filmin sonunda bir not olarak belirtildiğini de ekleyelim.

Örtüyü Kaldırmak (Bride Trafficking Unveiled):

Joel Mishcon’un yönettiği bu belgeselde “mail-order-bride” denen olgu inceleniyor. Genellikle Uzakdoğu ve Rusya kökenli kimi İnternet sitelerinde batılı bir koca arayan genç kızlar adeta bir mağazanın katalogundaki gibi sunuluyor ve kendilerini seçen erkeklerle evleniyorlar. Bu belgeselde bu durumun nedenleri, sonrasında neler olabileceği gibi konular, İngiltere ve Bangkok’da yapılan çekimlerle inceleniyor. Bu durumun genç kızlar açısından nedenlerini bulmak çok zor değil aslında. Bir önceki filmde anlatılan olaylarla da bağlantısı var bunun. Ailesini geçindiremeyen, seks işçiliğe mahkum olan, hatta bekaretlerini satmak zorunda kalabilecek olan genç kızlar bu yola sapmadan hayatlarını bir yola sokabilmek için bu yolu daha uygun görüyorlar. Sonuç olarak evlenmiş olmak onlar için bir kurtuluş yolu. Bir de aslında durumları o kadar da kötü gözükmeyen genç kızlar var. Ama genel olarak batılı erkeklerin ideal erkek olduğuna dair yanlış bir önyargı da var gibi gözüküyor bazılarında. Halbuki İngiltere’de yapılan söyleşilerde görüyoruz ki evlendiği kadını eve kapatan, döven, onu her türlü cinsel isteği için kullananlar olduğu gibi, durumu daha iyi olanlar ve kendilerini “mutlu” olarak tanımlayanlar bile en azından bir hizmetçi gibi davranılmaktan kurtulamıyorlar. Adam karısı için “beni arayıp haber verdiği sürece mahalledeki arkadaşının evine gidebilir” derken ona büyük bir özgürlük sunduğunu düşünüyor örneğin.

Her ne kadar konu ilginç olsa da duymadığımız bir konu değil. Bu yüzden daha kapsamlı olarak ele alınmasını umardım. Belgesel adındaki iddia ile bu durumun üzerindeki örtüyü kaldırmaktan çok, sadece içeriye şöyle bir bakış atıyor. Örneğin batıya gelen bu kadınların yine seks işçisi olarak kullanılması gibi durumlara hiç değinilmezken, kimi durumlarda olayın ters döndüğü ve bu evlilikten mutsuz çıkan tarafın erkek de olabileceği düşünülmüyor bile. Doğrusu filmde araştırmaları yaparken gördüğümüz Laura Barry bu duruma tesadüfen İnternet’te rastlamış da bir kaç röportaj yapmakla yetinmiş gibi bir havası var. Ayrıca kendisi yaptığı röportajlarda da fazlasıyla işin içine girerek filme zarar veriyor kanımca. Kendisini biraz daha geri çekmeliydi.

Budrus:

Filistin-İsrail sorununa yönelik pek çok film ve belgesel izledik şimdiye kadar. Budrus köyünde yaşananları anlatan bu belgesel de aynı konuyu ele alıyor, ancak yaklaşımı bir miktar farklı. 2003 yılında İsrail bir güvenlik duvarı yapmak için yola çıktığında bunu Filistin topraklarından geçirecek bir plan çizmişti. Bu planda pek çok Filistin yerleşkesinden önemli topraklar da alınmış oluyordu. Budrus köyünde de bu planın gerçekleşmesi durumunda köylülerin geçimlerini sağlamaları için önemli rolü olan birçok ağaç ve mezarlıklarının bir bölümü bu duvar nedeniyle tahrip olacaktı. Bunun üzerine köyde bir direniş hareketinin başladığını görüyoruz filmde. Ancak bu hareketin dikkat çekici yönü şiddete dayalı bir eylem içermemesi. Köylüler çoğunlukla pasif direniş yapıyorlar.

Eylemlerin bir başka dikkat çekici yönü daha var. İlk eylemleri sadece erkekler düzenlese de sonrasında kadınlar da aktif rol üstleniyorlar. Özellikle hareketin lideri Ayed Morar’ın o yıllarda henüz 15 yaşında olan kızının bu direniş içinde neden biz de yer almıyoruz deyişi ile örgütlenen kadınlar hareketin sonuca oluşmasında önemli bir rol oynuyorlar. Bu arada karşı karşıya geldikleri İsrail ordusundaki kadınlarla da aralarında farklı bir ilişki oluştuğunu görüyoruz. Karşı taraftalar belki ama aralarında belli bir iletişim de oluşuyor. Kadınların direnişteki rolü, filmin Kadın Filmleri Festivali’nde olmasını daha da anlamlı kılıyor doğrusu (sadece yönetmeni kadın olduğu için festivalde yer alan bir film değil yani).

Filistin genelinde de şiddetsiz bir eylem tarzını öneren bu yapım, bir belgesel olarak da başarılı. Konuyu olayın iki yönünden insanlarla konuşarak ele alıyor ve tek taraflı bir bakış açısı sergilemiyor. Ayrıca olayların gerçekleştiği zamanda çekilmiş görüntüleri de yerli yerinde kullanarak hiç bir şeyi de eksik bırakmıyor. Açıkçası ilk başta izlemeyi düşünmediğim ama aldığı ödüller nedeniyle zar zor programıma sıkıştırdığım bir filmdi ama memnun kaldım. İyi bir belgesel izlemek isteyenlere tavsiye edilir.

Kehanet (Vision – Aus dem Leben der Hildegard von Bingen / Vision: From the Life of Hildegard Von Bingen):

Margarethe von Trotta’nın yazıp yönettiği, Barbara Sukowa’nın başrolünü oynadığı bir film. Bu iki isim bir filmden beklentileri yükseltmek için yeterli. Ancak bazen bir filmi yüksek beklentilerle izlemek de çok iyi olmuyor. Bu da o tip filmlerden biri oldu benim için.

Önce filmin konusuna bakalım. Film, ortaçağda gerçekten yaşamış Hildegard von Bingen adlı bir rahibenin hayatına odaklanmış. Çocuk yaşta manastıra verilen Hildegard, burada çok başarılı bir öğrenci oluyor ve manastırın yöneticisi olan baş rahibenin favori öğrencilerinden biri haline geliyor. Baş rahibe, zamanla iyice kendini kanıtlayan Hildegard’ın öldükten sonra yerine geçmesini istiyor. Ancak Hildegard’ın dönemi için oldukça yenilikçi görüşleri var. Daha en baştan bunu belli ediyor ve tepeden atamayla bu görevi üstlenmek istemediğini, manastırdaki diğer rahibelerin de bunu onaylaması gerektiğini söylüyor. Söz konusu manastır rahipler ve rahibelerin beraber yaşadıkları bir manastır. Bir süre sonra genç bir rahibenin hamile kalması ve bunun için sadece onun suçlanması sonrasında Hildegard kendi manastırını kurmak için çabalamaya girişiyor. Bunu başardıktan sonra da iyice özgürleşerek (tabii ki o yılların sınırları içinde bir özgürleşmeden bahsediyorum) farklı alanlarda eserler ortaya çıkarmaya başlıyor. Çocukluğundan beri gördüğü kehanetleri kitaba dönüştürüyor, bestecilik yapıyor, oyunlar sahneye koyuyor vs. vs.

Filmin festivalin teması olan İktidar başlıklı bölümde gösterilmesi çok anlamlı. Hildegard von Bingen’in yaptıkları elbette erkek iktidarına karşı olarak görülebilecek hareketler ama aynı zamanda kendi manastırını kurması ve sonrasında yaptıkları bir yandan da onun da bir iktidar oluşturmak üzere yaptığı hareketler olarak görülmeli. Bu kadar güçlü bir kadın daha modern bir çağda yaşasaydı onu bir parti lideri olarak görmek şaşırtıcı olmazdı.

Hildegard von Bingen karakteri ilgi çekici bir karakter, Barbara Sukowa’nın oyunculuğu hakkında söylenecek bir şey de yok. Peki filmden neden umduğumu bulamadım? Öncelikle filmin ele aldığı konu her ne kadar dönemi için yenilikçi bir kadın olsa da bugünden bakıldığında bağnaz bir bakış açısını yansıtıyor yine de. Ayrıca teolojik konularla fazlasıyla haşır neşir oluyor. Bunun yanında Margarethe von Trotta da son derece düz bir anlatım tarzı belirlemiş kendine. Filmin 2 saatlik süresi bir süre sonra sıkıcı hale gelebiliyor. Yine de başka bir yönetmenden gelseydi başarılı diyebileceğimiz bir film.

0 Yanıt to “Uçan Süpürge 2011 İzlenimleri – 2. Gün: Deney, Phnom Penh’in Kızları, Örtüyü Kaldırmak, Budrus, Kehanet”



  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 300.972 hits
Mayıs 2011
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: