Ankara Film Festivali 2011 İzlenimleri – 8.Gün: Gelin, Beyaz Çayırlar, Kısa Sınır Tanımaz 3, Devrim, Yenmek

Gelin (Kelin):

Kazak sinemasından gelen Gelin, yüzyıllar öncesinde Kazakistan’ın karlı dağlarında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Aslında hikaye çok bildik, bizim de yıllar yılı sinemamızda gördüğümüz bir hikaye. Genç bir kızın iki talibi var. Gerçekten sevdiği ama parasız bir genç ile daha yaşlı ama zengin bir adam. Kız için başlık parasını verebilen tabii ki ikincisi oluyor ve kız ile evleniyor. Ama genç sevgilisi de kızın peşini bırakmıyor ve olaylar trajik bir sona doğru ilerliyor. Bu bildik hikayede bizim kültürümüzde de rastlayabileceğimiz kimi ayrıntılar da yakalıyoruz. Mesela bir kadının kocası öldüğünde kadının onun kardeşiyle evlenmesi gibi.

Ama bu bildik konunun anlatımında farklı yaklaşımlar var. Bir defa filmde hiç bir diyalog yok. Konu tümüyle görsellikle anlatılıyor ve kurulan görsel yapı da son derece başarılı. Ayrıca bu tip konularda, özellikle bizim filmlerimizde, kadının cinselliği yok sayılır. Oysa burada kadının ilk kez cinsellik ile tanışması, bundan zevk alması gibi konular cesurca işlenirken cinsellik yaşanırken mecburen aynı odada yaşayan küçük kardeşin de bundan etkilenmesi de kısa da olsa ele alınan diğer bir konu. Bu anlamda bizim bazı filmlerimizden daha yenilikçi bir yanı olduğu bile söylenebilir.

Ayrıca bu filmin Kazakistan’ın En İyi Yabancı Film Oscar’ına gönderdiği film olduğunu da eklemeli. Festivalin ikinci gününde gösterilen Tulpan‘dan sonra Kazak sinemasının iyi yönde olduğunu gösteren bir film daha.

Beyaz Çayırlar (Keshtzar Haye Sepid / The White Meadows):

Mohammad Rasoulof, Jafar Panahi ile birlikte 2010 sonundan beri İran’da hapiste olan ve günün birinde hapisten çıksa bile film yapması yasaklanmış olan bir yönetmen. Bu yılki festivalin bir bölümü de bu iki yönetmene ayrılmıştı. Beyaz Çayırlar, Rasoulof’un 2009 tarihli filmi (Jafar Panahi’nin filmin kurgucusu olduğunu da unutmamak gerek).

Film belli epizodlara bölünmüş bir seri hikayeyi anlatıyor. Hikayelerin ortak noktası adalar arasında dolaşan bir adam. Rahmat adlı bu adam çok ilginç bir iş yapıyor. Cenazelerde dolaşıp insanların gözyaşlarını bir kavanozda topluyor. Sadece bu hareket bile son derece şiirsel bir filmle karşı karşıya olduğumuzun habercisi. Nitekim film ilerledikçe bu yanı daha da kuvetleniyor ve giderek hem masalsı hem gerçeküstü bir yere doğru gidiyor. Üstelik arada politik kimi dokundurmalar da yapıyor. Son hikayede iktidarın hoşuna gitmeyen bir resim yapan bir sanatçının hapse atılması Rasoulof ve Panahi’nin şu anki durumları gözönüne alındığında gayet manidar.

Rasoulof, bu filmine kadar tanıdığım bir isim değildi. Doğrusu bu filmle izlemeye değer bir isim olduğunu kanıtlıyor. Bundan sonraki festivallerde eski filmlerini de izleme şansımız olur büyük ihtimalle ama umalım ki dünya çapında yapılan kampanyalar bir sonuç versin ve yönetmenin yeni filmlerini izleme fırsatı da bulalım.

Kısa Sınır Tanımaz 3:

Festivalin bu kısa film seçkisi 9 kısa filmden oluşuyordu. Yine öne çıkan bir kaç tanesine göz atalım (burada bir kaç tanesinden bahsedeceğim ama bu bölümdeki 9 filmden neredeyse hepsinin çok başarılı olduğunu söylemeden geçmemeli).

Kısa film mantığını en iyi şekilde yansıtan film, sadece 3 dakika süren Kayıp (Perdido) idi. Bu güzel film Afrika’nın bir ülkesinde bir çocuk ile bir BM devriyesi arasında geçiyor ve çok çarpıcı bir sona bağlanıyor. İzlediklerim arasında festivalin en iyi kısa filmi olduğunu söyleyebilirim.

Ayrıca 1914 yılında yapılmış bir yarışı konu alan ve sanki o yıllarda çekilmiş izlenimi veren Muazzam Yarış (La Gran Carrera) da iyi bir finali olan başarılı bir kısa fimdi. Fırında Bal Kabağı (Pechenata Tikva) kökenlerinden utanan bir taşralıyı konu alırken Boş Sefer (Leerfahrt) da gerçek hayatta sürekli farklı bir kimliğe bürünen bir oyuncuyu konu alıyordu.

Son olarak festivalin favori kısa film yönetmenlerinden Jean-Gabriel Periot’nun Barbarlar (Les Barbares) filmine değinmeliyiz. Periot bir kaç yıl önce festivalde yapılan toplu gösterisi ile dikkatimi çeken bir yönetmen olmuştu. Festivalin kısa film programını yapanlar da onun filmlerini sevmiş olmalılar ki her yeni filmi ile festivale konuk olarak benim de favori kısa film yönetmenlerim arasına girdi. Seçkinin finalini oluşturan bu filminde Periot kendine özgü deneysel yapısı ile politika dünyasına bir bakış atıyor. Aslında film sadece bir takım fotoğraflardan oluşuyor ama bunların geçişi ve birbiri ardına sıralanışı filmin mesajını gayet başarılı bir şekilde veriyordu.

Devrim (Revolución):

Farklı yönetmenlerin kısa filmlerinin belli bir konu çerçevesinde toparlanıp bir uzun filme dönüştürülmesi son yıllarda sıkça karşımıza çıkan bir durum. Meksika devriminin yüzüncü yıldönümü vesilesiyle Gael García Bernal ve Diego Luna’nın biraraya getirdiği on Meksikalı yönetmenin bu konudan ilham alarak çektikleri kısa filmlerden oluşan Devrim de bu tip filmlerden biri.

Doğrusu Devrim festival öncesi en ümitli olduğum filmlerden biriydi. Ancak sonuçta umduğumu bulduğumu söyleyemem. On kısa filmden çok azını sevdim doğrusu. Hatta festivalin kendi kısa film seçkileri çok daha iyiydi dersem yanlış olmaz.

On filmin en iyisi son sıraya konan Rodrigo García’nın 7th and Alvarado filmiydi. Los Angeles’ın günlük yaşamı ortasına bir anda giren Meksikalı devrimcilerin ruhları buralar aslında bizimdi diyorlardı adeta. Bunun dışında gereğinden bir miktar daha uzun tutulmuş olsa da bir piknik alanında yapılan mini bir devrimi anlatan Carlos Reygadas filmi This Is My Kingdom ve Amat Escalante’nin ağaca bağlı bir rahibi bulan ve onunla bir yolculuğa çıkan iki çocuğu anlattığı The Hanging Priest özellikle geçmişi günümüze bağlayan sonuyla dikkat çeken iki filmdi. Bunun dışındaki filmler çok iz bırakmadı doğrusu.

Yenmek (Vincere):

Usta yönetmen Marco Bellocchio, Yenmek filminde İtalyan yakın tarihinin en önemli figürlerinden Mussolini’nin hayatının çok bilinmeyen bir yönüne çeviriyor kamerasını. Mussolini henüz genç bir yazı işleri müdürüyken ve ülkeyi iyi bir yere getirmeye yürekten inanırken tanıştığı bir sevgilisi vardır. Ida Dalser adındaki bu kadınla tutkulu bir aşk yaşarlar, bir de çocukları olur. Ama Mussolini politik alanda basamakları hızla tırmandıkça karısını terketmesinin onun için bir hata olacağını anlar, zaten o eski idealleri şiddet yanlısı faşizan bir tavıra doğru evrilmiştir. Artık onun için Ida Dalser diye bir kadın ya da onun oğlu varolmayan kişiliklerdir. Adamları da bu olayı olmamış gibi göstermek için her şeyi yaparlar.

Yenmek gerçekten güçlü bir film. Son derece dinamik bir anlatımı var. Mussolini’nin kitleleri etkileme gücü başarılı bir şekilde verilmiş. Hem Mussolini’yi hem de reddettiği oğlunu canlandıran Filippo Timi belki canlandırdığı kişiliğe fiziksel olarak çok benzemiyor ama oyun gücüyle bunu hissettirmiyor bile. Ama filmin asıl yıldızı Mussolini’ye tutkuyla bağlı olan kadını canlandıran Giovanna Mezzogiorno. Filmde göründüğü her ana damgasını vuran bir oyunculuk sergiliyor.

Bunun yanında Mussolini’nin sevgilisi ve oğluna yüz çevirmesini tüm bir ülkeyi götürdüğü noktanın ve onlara ihanetinin bir allegorisi olarak okumak mümkün. Bu tür bir okuma filmin gücünü daha da arttırıyor. İtalyan sinemasının önemli örneklerinden.

Reklam

0 Yanıt to “Ankara Film Festivali 2011 İzlenimleri – 8.Gün: Gelin, Beyaz Çayırlar, Kısa Sınır Tanımaz 3, Devrim, Yenmek”



  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.032 hits
Nisan 2011
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: