Yüz Tarifi (Rysopis):
Festivalde Jerzy Skolimowski’nin 7 filminin gösterildiğini daha önce de belirtmiş ve özellikle ilk dönem filmleri ile ilgili görüşlerimi yazmıştım. Yüz Tarifi, Polonyalı ustanın ilk uzun metrajlı filmi. Daha bu ilk filminde alter-egosu sayabileceğimiz ve kendisinin oynadığı Andrzej Leszczyc karakterini oluşturmuş yönetmen. Zaten Skolimowski’nin ilk dönem filmleri ile ilgili söylediğim her şey bu film için de geçerli. Birbiri ile direkt ilgisi olmayan bir dizi olay, kamera ana karakteri takip ederken arka planda gerçekleşen bir takım ilginç detaylar, zaman zaman kendisini hissettiren simgesel bir yapı.
Her ne kadar usatanın ilk dönem filmleri arasında pek çok ortak nokta olsa da Yüz Tarifi bu filmler arasında en sevdiğim oldu. Belki de Andrzej karakterinin bu filmde yaşadığı sorunlar bizim de rahatça özdeşleşebileceğimiz konular olduğu için. Bu filmde üniversitede okurken askere gitmesi gereken zamanı erteletebilen Andrzej, artık askere gidip dönmenin vaktinin geldiğine karar verir ve bunun için kendisini hazırlamaya başlar. Film de zaten onun askere gitmeden önceki bir kaç saatini anlatıyor. Bu bir kaç saatte hayatındaki önemli konuları toparlamaya çalışır. Belki bu konular birbiri ile alakasızdır ama gerçek yaşamda da öyle değil midir zaten?
Skolimowski’nin ilk dönem filmlerinden biri seyredilecekse seçim bu film olmalı. Hem kronolojik olarak da doğru bir yerden başlanmış olur.
Ferdydurke (30 Door Key):
Bir Jerzy Skolimowski filmi daha. 1991 ylından gelen bu film için onun geçiş dönemi filmlerinden biri diyebiliriz. Festivalde bu döneminden gördüğümüz tek filmi de bu zaten. Genellikle kendi senaryolarını yazan Skolimowski bu kez bir roman uyarlaması yapmış. Witold Gombrowicz’in aynı adlı romanı günümüzde bir kült roman olarak kabul ediliyor. Kendi adıma okumadığım bir roman olduğu için filmin ne kadar iyi bir uyarlama olduğu konusunda bir yorum yapamayacağım ama kendi başına gerçekten ilgi çekici bir film.
Filmimizin ana karakteri Josef (ya da Joey) isimli bir yazar. Yeni kitabını yazmak için çabalarken akıl hocasının tavsiyesi ile liseye dönen Josef’e her nedense tüm çevresi yeni yetme bir genç gibi davranmaya başlar. Halbuki o 30 yaşlarında, yetişkin bir adamdır. Ancak o da bu duruma uyum sağlar ve gençliğini bir kez daha yaşamaya başlar adeta. Bu arada 2. Dünya Savaşı’nın da yaklaşması ile olaylar farklı bir boyut kazanır.
Ferdydurke gerçekten dolu dolu bir film. Başlarda eğitim sistemi üzerine bir eleştiri yaparken sınıf çatışmasına da değiniyor ve kadın erkek ilişkileri üzerine de sağlam tespitlerde bulunuyor. Film ilerledikçe tarihsel olaylara göndermeler yaparak bambaşka yerlere gidiyor. Doğrusu kendi adıma bu noktadan sonra filme ilgimin bir miktar azaldığını söyleyebilirim. Yine de izlenmesi gereken bir film ama film sonrası kitabı okumuş seyircilerin genel kanısı kitabın daha başarılı olduğu yönünde idi.
Kısa Sınır Tanımaz 1:
Ankara Film Festivali ile ilgili hep belirttiğim noktalardan biri eğer programı ona göre yaparsanız bir kısa film festivali kadar kısa film izleyebileceğiniz oluyor. Bu yıl kendi adıma uzun metrajlı filmlere ağırlık verdim ama aralarda fırsat buldukça kısa filmleri de programıma aldım.
8 filmlik bir seçkiden oluşan Kısa Sınır Tanımaz 1 bölümü (diğer salondaki filme yetişebilmek için sadece 7’sini izleyebildiğimi belirtmeliyim) yine başarılı kısa filmlerden oluşuyordu. Öne çıkan bir kaç tanesine bakalım.
Modern bir Fareli Köyün Kavalcısı uyarlaması sayabileceğimiz Sürü (Artalde) bir kentte peşine insanları takan iki ayrı adamı anlatıyordu. Bir kumsalda 720 derece dönen bir kameranın önüne çıkan görüntülerden oluşan bir kısa film olan 720 Derece (720 Degrees) sadece 5 dakikada insanlık durumlarına ait bir şeyler söylemeyi başarıyordu.
Bu iki film klasik bir kısa film mantığında iken Aziz Christophorus: Yoldaki Leş (St. Christophorus: Roadkill) ve Kuzey Atlantik (North Atlantic) bazı konuları anlatmak için illa uzun metrajlı bir film çekmeye gerek olmadığını gösteriyordu. İlki benim diyen korku filmine taş çıkartacak kalitede bir filmken kısalığı çaprıcılığını da getiyordu. İkincisi ise okyanus üzerinde kaybolan bir uçağın hikayesini anlatırken son derece kıvamında bir duygusallık yaratıyordu. Halbuki aynı hikaye bir uzun metraj filmde (hele bir de Amerikan filmi olursa) sündürülerek uzatılır ve seyirciyi her an ağlamanın eşiğine getirmek hedeflenirdi.
Son Sirk (Balada Triste de Trompeta / A Sad Trumpet Ballad / The Last Circus):
Álex de la Iglesia’yı çoğunlukla kara komedi tarzındaki filmleri ile tanıyoruz. Son Sirk filminde de İspanya’nın yakın geçmişine aynı tarzda bir bakış atıyor. 1937 yılında ülkedeki iç savaş döneminde başlayan film, bir sirk ekibinin kostümlerini bile çıkartmaya fırsat bulamadan çatışmaya girmek zorunda kalması ile açılıyor. Her ne kadar şiddet dolu bir sahne olsa da karşımızdaki görüntü gerçekten absürd bir görüntü. Bu bölümde adeta yenilmez bir kahraman gibi çizilen bir de palyaço var ki o sadece bir palayla onlarca kişinin hakkından geliyor. Ama onun sonu da bir şekilde ölüm oluyor.
Yıllar geçiyor ve 1973’e geliyoruz. Karşımızda bu kez o kahraman palyaçonun oğlu Javier var. O da palyaço olmak istiyor ama babası kadar dışa dönük bir kişilik değil. Hatta fazlasıyla içe kapanık olduğu söylenebilir. Bu yüzden babası gibi bir gülen palyaço olamıyor. Onun kaderi gülen palyaçonun sürekli dalga geçtiği üzgün palyaço olmak. İşin kötüsü sirkin gülen palyaçosu Sergio gerçek hayatında alkolik ve şiddet yanlısı bir kişilik. Böyle olunca bu dalga geçme ve aşağılama olayını sahne üzerinden gerçek hayata da taşıyor. Aslında iş bu kadarla kalsa Javier’in çok da umrunda olmayacak belki ama işin içine bir de aşk hikayesi giriyor. Sergio’nun kız arkadaşı Natalia’dan Javier de hoşlanmaya başlıyor. Yine de Sergio’dan fazlasıyla korkmakta olan Javier pek de bir şey yapamıyor. Ne zamanki Natalie’yi öldüresiye dövdüğünü görüyor işte o zaman kafasında bir şeyler atıyor ve olaya ondan beklenmeyecek bir sertlikte müdahalde ediyor. Bundan sonrası ağlayan palyaço ile gülen palyaçanun tüm şehri etkileyen savaşı haline geliyor.
Son Sirk bir yere kadar gayet başarılı gidiyor ancak bir noktada şiddeti ve deliliği o kadar abartıyor ki gerçeklik ile bağlarını iyice koparıyor. Aslında giriş sahnesinden itibaren karşımızda gerçekçi bir film olmadığı açık ama ana karakterler belirgin bir şekilde İspanya’daki sağ ve sol kanadı temsil ederken gerçeklikten iyice uzaklaşmak bu arka planı anlamsız bir hale getiriyor (acaba Natalie’ de bu iki kanat arasında sıkışmış kalmış İspanya mı?). Yine de izlenesi filmlerden biri.
Öfke (Autoreiji / Outrage):
Takeshi Kitano ilginç bir yönetmen. Kimi zaman şiddet dolu filmler çekerken kimi zaman da son derece naif filmler çekiyor. Filmografisinde bir yanda Yakuza filmleri yer allırken diğer yanda sörfçü gençlerle ilgili bir film bulabiliyoruz. Bazen de tümüyle sanatla ilgili filmler çekiyor. Ancak uzunca bir süredir şiddet içerikli bir film çekmediği halde Kitano ismini festival izleyicilerinin bir kısmı bile bu tip filmlerle özdeşleştirmiş durumda. Kitano da belli ki bunu görmüş ve 10 yıllık bir aradan sonra Yakuza filmlerine Öfke filmi ile geri dönmüş, hem de şiddet dozu eğey yüksek bir geri dönüş bu.
Doğrusu filmin hikayesi için hem çok basit hem de çok karışık demek mümkün. Neden böyle? Aslında hikayenin temelinde çeşitli Yakuza gruplarının birbiri ile hesaplaşması ve iktidar çekişmeleri dışında bir şey yok. Ancak bir yandan da arkada dönen entrika hangi hareketin kimin çıkarına olduğunu anlamayı zorlaştırıyor. Sürekli birileri ölüyor ve bu ölenin hangi amaçla öldürüldüğü bir yerden sonra takip edememeye başlıyorsunuz. Filmi 2 kez izleyen bir arkadaşım bunun olayları anlamak için daha faydalı olduğunu da söylemişti. Asında bu kafa karışıklığında Japon isimlerini akılda tutmanın batılı isimlerine göre bize daha zor gelmesi de bir etken olabilir. Doğrusu kimi konuşmalarda kimden bahsedildiğini anlayamadığımı itiraf etmeliyim.
Ancak işin şöyle bir tarafı da var. Kitano öncelikle filmdeki ölüm sahnelerini tasarladığını, sonra bu sahneleri otutabileceği bir hikaye tasarladığını söylüyor. Bu durum da hikayenin beklendiği kadar sağlam olmaması sonucunu doğurmuş. Ayrıca Kitano’nun en şiddet dolu filminde bile bir şiirsellik bulmak mümkündü. Bu filmde ne yazık ki o da kaybolmuş. Ancak yine de iyi bir gişe filmi olduğu söylenebilir. Son filmleri daha çok “sanat sineması” alanında olduğu için fazla iş yapmayan Kitano’nun da asıl istediği buymuş belli ki. Hatta film Japonya’da o kadar iyi hasılat yapmış ki Kitano, bu yıl içinde gösterime girecek bir devam filmi de çekmekte. Bu filmde sağ kalan kişi sayısı pek az olduğu için devamı nasıl gelecek o da ayrı bir merak konusu. O filmi de izleriz elbette ama Kitano’nun diğer türlerdeki filmleri de ihmal etmemesi umuduyla.
0 Yanıt to “Ankara Film Festivali 2011 İzlenimleri – 5.Gün: Yüz Tarifi, Ferdydurke, Kısa Sınır Tanımaz 1, Son Sirk, Öfke”