Kayıp Özgürlük:
Güpegündüz yolun ortasında kaçırılan ve bir daha kendisinden haber alınamayan bir genç. Nerede olduğu bilinmiyor, kendisinden haber alınamıyor. Özellikle 1990’ların başında sıkça bu tip haberler duyuyorduk. Sinemamız belli ki bu dönemle yeni yeni hesaplaşıyor. Festivalin yarışma bölümünde aynı dönemi anlatan iki film vardı. Biri Press, diğeri de Kayıp Özgürlük.
Kayıp Özgürlük, bir yandan kaçırılan genci takip eder ve onun Jitem tarafından işkenceye uğramasını gösterirken bir yandan da geride kalan babası ve kızkardeşinin öykülerini ele alıyor. Ayrıca ana hikayeye çok da bağlanmayan bir başka abi-kardeş hikayesi daha var. Yönetmen ve senaryo yazarı Umur Hozatlı belli ki bu dönemde yaşananları sert bir şekilde anlatmak istemiş. Bu nedenle işkence sahneleri oldukça uzun ve detaylı. Bu bir seçim elbette ama asıl sıkıntı Jitem üyelerinin yansıtılmasında. Filmdeki Jitem timinin şefi hariç tüm üyeleri tek boyutlu olarak çizilmiş. İşkence yapmakan keyif alan, adam öldürmeyi doğal sayan tipler hepsi. Seyirciyi tiksindirmek için hemen her şeyi yapıyorlar. Doğrudur, böyle kişiler olabilir elbette ama filmde bunun üzerine fazlaca gidilmesi durumu gerçeklikten uzaklaştırıyor bana göre. Ancak timin içinde Kürt kökenli kişilerin de bulunmasının yarattığı tezat başarılı bir şekilde verilmiş.
Çok boyutlu olarak çizilmeye çalışılan tek Jitem üyesi timin başı Kemal. Bir tesadüf eseri kaçırdığı gencin kızkardeşine, kim olduğunu bilmeden, aşık olan Kemal kapalı kapılar ardında işkence yapan bir tipken dışarda gayet insancıl olabiliyor (yine de sırf kadınlara kötü davrandığını göstermek için çekilmişe benzeyen bir sahne de var). Aslında bu karşıtlığı göstermek iyi bir fikir ancak bu kez de sözkonusu aşk hikayesi yeterince inandırıcı olamıyor. Ayrıca kaçırdıkları diğer gencin ağzından laf alabilmek için kızkardeşini kullanırken bu örnekte kızkardeşin tanınmıyor olması da ilginç.
Toplamda Kayıp Özgürlük‘ü çok sağlam bir film olarak bulmadım. Anlattıkları önemli olsa da konuya çok olgun yaklaşılmamış gibi gözüküyor. Ancak bu filmin konu ettiği dönemi anlatan filmler yeni yeni ortaya çıkmakta olduğu için zamanla daha iyi filmler ile karşılaşacağımızı düşünmek yanlış olmaz. Yukarda da bahsettiğimiz Press çok daha başarılı ve sinema duygusunu sindirmiş bir filmdi örneğin. Daha da iyileri çıkacaktır.
Kolay Başarı (Walkower):
Jerzy Skolimowski’nin ilk dönem filmlerinden biri daha. Polonya’lı üstadın ilk dönem filmlerini fazlasıyla simgesel bulduğumu ve içine giremediğimi daha önceki günlerde izlediğim filmlerinde de belirtmiştim. Yine de bu film Eller Yukarı filminden daha çok sevdiğim bir film oldu. Başrolünü de kendisi üstlenen Skolimowski (ki ilk dönem filmlerindeki ortak noktalardan biri de bu), Kolay Başarı filminde tıpkı kendisi gibi boksörlük yapan bir karakteri anlatıyor. Her ne kadar bir arkadaşının yardımıyla iş bulsa da aklında boksörlük yapamak olan Andrej, fabrikanın boks takımında ringe çıkma fırsatı bulur. Ama final maçında karşısına rakibi çıkmayınca hükmen galip gelir.
Tümüyle hüzünlü ve depresif bir havası olan film bu sefer daha takip edilebilir bir hikaye getiriyor karşımıza ama yine de simgesellik mevcut. En önemli özelliklerinden biri ise arka planlara dikkat edildiğinde bir kısmına şahit olduğumuz bambaşka hikayelerin olması. Skolimowski belki de hayatın tek bir karakterin çevresinde dönmesinin çok da anlamlı olmadığını anlatıyor bu şekilde. Hatta daha filmin başında, filmin hikayesini oldukça etkileyeceği izlenimine kapıldığımız bir intihar sahnesi görüyoruz ki aslında filme ve ana karakterimizle hiç ilgisi olmuyor. Belki orada çok ilginç bir hikaye var ama bizimle bir ilgisi yok.
Sonuç olarak yine herkese göre bir film değil ama sinema tarihinden bir parça olarak izlenebilir.
Hayatta Kalmak (Prezít Svuj Zivot (Teorie a Praxe) / Surviving Life (Theory and Practice)):
Çek sinemasının animasyon üstadı Jan Svankmajer’ı hem kısa hem de uzun filmleri ile tanıyıp seviyoruz. Neyse ki festivaller var da böyle sinemacıları tanıma fırsatımız oluyor. Svankmajer çok sık film çeken bir yönetmen değil. 1994 yılından beri çektiği filmlerin hemen hepsinin arasında 5’er sene var. Günümüzde animasyon dünyasında hemen her şey bilgisayar ile yapılmaya başlamışken 1960’ların ortalarından beri oturtuğu stilinden taviz vermeden ilerleyen yönetmenin bu animasyon tekniğine verdiği emek düşünüldüğünde kabul edilebilir bir süre bu aslında.
Hayatta Kalmak, yine Svankmajer’in bildiğimiz, alıştığımız ve sevdiğimiz tarzdaki animasyon tekniğini karşımıza getiriyor. Gerçek insanlarla fotoğrafların, cansız bir takım objelerin birlikte harmanlandığı bir kolaj tekniği bu. Her zamanki gibi gerçekle hayal arasında sürreal bir yerde duruyor. Üstelik bu kez bu gerçekle hayal arasında kalmışlık film için çok daha önemli. Çünkü orta yaşlı bir adamın gerçekle rüyaları arasında gidip gelişini konu ediyor film. Rüyasında sürekli olarak farklı adlarla aynı genç ve güzel kadını görmekte olan adam giderek rüyasındaki bu kadına aşık olmaktadır. Bu arada gerçek yaşamda eşi ile de çeşitli sorunlar da yaşar. Rüyalarının gizemini çözmesi için bir psikanaliste giden adam giderek kendi çocukluğuna yol almaya başlar.
Hayata Kalmak, Jan Svankmajer’in bizzat perdede gözüktüğü ilk sahnesinden de anlaşılabileceği gibi son derece zeki ve muzip bir film. Aslında anlatıığı hikaye çok hafif bir hikaye değil, hatta trajik yanları da var ama o mizah duygusu hiç elden bırakılmıyor. Arada psikoloji dünyası ile de ince ince dalgasını geçiyor. Freud ve Jung’un yumruk yumruğa kavga ettiğini başka hangi filmde görebiliriz ki?
Gayet iyi bir film ama yine de üstadın daha iyi filmlerini seyrettiğimizi de son söz olarak belirtmeliyim.
Carlos:
Çakal Carlos’un hayat hikayesi en azından bir dönem en çok merak edilen konulardan biriydi. Yıllar yılı çok büyük terör olaylarına karışan ama bir türlü yakalanamayan bu adamın hayat hikayesi etrafında bir gizem perdesi oluşmuştu. Bugün belki o kadar merak edilen bir isim değil ama bir zamanların en gizemli figürlerinden biri olduğu su götürmez. Yönetmen Olivier Assayas, Carlos’u ele aldığında çok büyük bir projenin altına girmiş. Carlos’un uzun yıllara yayılan ve dünyanın pek çok köşesinde geçen hikayesi ortaya bir dev yapım çıkarmış adeta. Aslında 330 dakikalık bir film karşımızdaki (kimi yerlerde film, kimi yerlerde televizyon dizisi olarak oynamış). Ancak Assayas sinemalarda gösterilmek üzere 165 dakikalık bir versiyonunu da yapmış. Festivalde izlediğimiz bu kısa versiyon idi (görece kısa demek lazım tabii). Yorumlar da bu versiyona ait olacak.
Filmimiz Carlos’un bir terör örgütünün sıradan üyelerinden biriyken dikkat çekmesini ve giderek yükselmesini anlatıyor ve yıllar yılı pek çok olaya karıştıktan sonra yakalanması ile nihayete eriyor (yakalandığı zaten bilinen bir şey olduğu için filmin sonunu ifşa ediyor sayılmam herhalde). Ancak filmin en azından bu versiyonunda Carlos’un ilk dönemleri ve özellikle OPEC baskını öne çıkıyor. Aslında OPEC baskını zaten kendi başına bir filme konu olabilecek bir konu (ki bu filmde de herhalde 90 dakika kadar sürüyor hikayenin bu kısmı). Ancak Carlos’un kendi örgütünü kurması sonrası olanlar ve özel hayatı çok kısa geçilmiş. Halbuki filmin orijinal versiyonunda bu konuların daha fazla yer aldığı hissediliyor. Bu nedenle filmin 330 dakikalık versiyonunu bir şekilde izlemek gerek (bu arada filmin Criterion versiyonunun planlandığını da bir not olarak belirtmiş olalım).
Yine de filmin bu versiyonu ile ilgili yorum yapmak da mümkün. Assayas, olayların politik arka planına çok fazla girmeden Carlos’u bir anti-kahraman olarak çizmiş. Hatta OPEC baskını sahnelerinde bir aksiyon kahramanının sınırlarına dahi yaklaşıyor. Film de uzun süresine rağmen hızlı bir tempo ile akıp gidiyor ve seyirciyi sıkmamayı başarıyor. Bunun dışında başta Carlos’u anlandıran Edgar Ramirez olmak üzere tüm oyuncuların gayet başarılı olduğunu da eklemek gerek. Senenin pas geçilmemesi gereken filmlerinden biri.
0 Yanıt to “Ankara Film Festivali 2011 İzlenimleri – 4.Gün: Kayıp Özgürlük, Kolay Başarı, Hayatta Kalmak, Carlos”