Udaan:
Baskıcı bir baba ve onun boyunduruğundan kurtulmaya çalışan bir çocuk. Hint sinemasından gelen 134 dakikalık filmin tek konusu bu aslında. Festivallerde farklı filmler izlemeye alışkınız. Ne yazık ki Hint sinemasında gelen bu film festivaldeki belki de en klişe filmdi. Benzer konularda izlediğimiz filmlere göre hiç bir artısı olmayan film, türünün de sıradan örneklerinden biriydi doğrusu. Tek yönlü çizilen karakterler, vasat oyunculuklar vs. vs. Yine de ufak bir farktan bahsedilebilir belki de. Bir Hint filmi olmasının etkisiyle kimi sahnelerde arka planda konu ile uyumlu şarkılar da duyuyorduk, bu bir farklılıktı belki ama filmin lehine işleyen bir durum değildi (neyse ki dans yoktu…).
Lastik (Rubber):
Filmimizin kahramanı bir otomobil lastiği. Çölün ortasında duran bir lastik günün birinde hareketlenip ayağa kalkıyor ve yola çıkıyor. Önce çölde karşısına çıkan ufak tefek cisimlerin üzerinden geçerek tahrip eden lastik zamanla bundan çok hoşlanıyor ve bu sefer üzerinden geçerek öldürebileceği canlılara dikiyor gözünü. Karşısına üzerinden geçerek kıramayacağı/öldüremeyeceği cisimler ya da canlılar çıktığında bu işi telepati yoluyla da yapabileceğini farkediyor. Lastik otoyola ulaştığında ise artık karşımıza bol bol kafası telepati yolu ile patlayan insanlar çıkmaya başlıyor. B filmlerini aratmayacak bir hikaye gibi gözüküyor. Ancak filmin bir boyutu daha var. Daha en baştan bu lastiğin hikayesini izlemek için toplanmış bir seyirci topluluğu olduğunu da görüyoruz. Aslında filmin asıl derdinin bu topluluk üzerinden sinema ve sinema seyircileri üzerine bir şeyler söylemek olduğu hissediliyor. Zaten filmin açılışında popüler Hollywood filmlerindeki sebepsiz yere olan bir takım örnekleri verirken onlara inanıyorsunuz da bir araba lastiğinin canlanıp telepati yoluyla insanları öldürebileceğine neden inanmıyorsunuz diyor adeta. Filmin finali de Hollywood kapılarında noktalanıyor zaten.
Lastik toplamda çok başarılı bir film değildi belki ama ilginç bir film olduğu tartışma götürmez. Sonrasında üzerine konuşmak üzere de epey malzeme veriyor doğrusu. Özetini okuyup merak edenler mutlaka izlemeli ama özetini okuyup bu nasıl hikaye böyle diyenlerin de uzak durmasını öneririm.
Dönüş Treni (Last Train Home):
!f’de her zaman belgesellerin önemli bir yeri oluyor. Dönüş Treni de bu yılki festivalin önemli belgesellerinden biriydi. Film yeni yılı aileleri ile geçirmek üzere Çin’in büyük şehirlerinden kırsal kesimlerine yolculuğa çıkan yaklaşık 130 milyon kişinin arasından bir karı kocanın yolculuğuna götürüyor bizleri. Bu çift daha çocukları çok küçükken (bir kız, bir erkek çocukları var) para kazanıp çocuklarına iyi bir gelecek sağlayabilmek umuduyla çalışmak üzere büyük şehre gitmişler. Anne-babalarını yılda bir kez görebilen çocuklarını ise büyükanne ve büyükbabaları büyütmüş. Belki çift çocuklarının geleceği için bunu yapmış ama bu durum aynı zamanda çocukları ile aralarının da açılmasına yol açmış. Bu nedenle gün gelip kızları da benzer bir seçim yapınca onun destekçisi olamıyorlar. Ne de olsa onlar için en önemlisi hala çocuklarının okuyup büyük adam olması.
Bu tip filmler her zaman akıllarda bir soru işareti uyandırır. Sıradan insanların hayatını bir film ekibi ile izlediğinizde gördükleriniz ne kadar inandırıcıdır acaba? Kamera karşısındaki insanların doğal olma çabası bile aslında bir yapmacıklık katmaz mı hareketlerine? Doğrusu burada da benzer bir soru oluşuyor kafalarda kaçınılmaz olarak. Ancak filmin bir yerinde ailesi ile bir tartışmaya giren genç kızın kameraya dönüp “gerçek beni görmek istiyordunuz, işte gerçek ben buyum” demesi ve babasının kızgınlığı filmin en azından bu kısmının tümüyle gerçek olduğunu izlenimini veriyordu. Aile için üzücü fakat filmin yapımcıları için şanslı bir an.
Dönüş Treni belki sadece bir ailenin hikayesini anlatıyor ama yönetmen söz konusu 130 milyon kişi içinde kimin hikayesini anlatırsa anlatsın belki çok benzer, belki tümüyle farklı ama mutlaka çarpıcı bir hikaye ile karşılaşacağı kesin. O yeni yıl için çıkılan yolculuktaki mahşeri kalabalığa dayanmayı göze alan ve ailelerini yılda bir kez gören insanların sıradan hikayeleri olamaz gibi geliyor insana (hoş zaten herkesin de kendine göre çarpıcı bir hikayesi yok mudur?). Aslında Çin’e kadar gitmeye de gerek yok. Ülkemizdeki mevsimlik işçilerden de nice hikayeler çıkacaktır.
Sineklik (La Mosquitera / The Mosquito Net):
Sineklik filmi geçtiğimiz Antalya Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümünde en iyi kadın oyuncu ödülünü ve SİYAD ödülünü kazanmıştı. Orada kaçırdığım bir filmdi ama burada izlemek kısmet oldu. Filmde üç kişilik çekirdek bir aile anlatılıyor. Görünüşte sıradan bir aile ama filmin başından itibaren ailenin üyelerinde bir takım tuhaflıklar olduğunu görmeye başlıyoruz. Ailenin tek oğlu Luis sürekli olarak sokakta bulduğu hayvanları eve getirmekte, bu hayvanlar da bir defa eve girdi mi evde kalmaya devam ediyor. Sonuçta evde yedi-sekiz adet köpek, bir o kadar da kedi var. Ailenin babası Miguel evin temizlikçisine karşı garip bir ilgi duyuyor. Sürekli bu genç kızla yan yana olabilmek için fırsat kolluyor ama sadece eline dokunmak bile ona yetiyor, herhangi bir cinsellik istemediği iddiasında (sonuç pek öyle olmuyor ama). Ailenin annesi Alicia ise bir gece içkinin de etkisi ile oğlunun en yakın arkadaşı ile beraber oluveriyor. Ailenin temel üyeleri böyleyken onları çevreleyen bir kaç kişi de pek normal değil. Alicia’nın kardeşi küçük sevimli kızını elinde sigara söndürmek gibi yöntemlerle büyütürken, Miguel’in anne-babası ie bambaşka bir alemdeler. Alzheimer olan annesinin yerine de babası düşünüyor ve konuşuyor. Film boyunca başlarına gelenlerden sonra film anlamlı bir final sahnesi ile bitiyor. Sahneyi anlatmayalım ama son noktada dışarıdan gelecek tehlikelere kapılarını kapayan çekirdek burjuva ailesi her türlü tuhaflığına/sapkınlığına rağmen öyle ya da böyle hayatını devam ettirecek mesajı verildiği söylenebilir.
Sineklik hafif gerçeküstü tarafları da olan, iyi oynanmış başarılı bir film ancak daha iyi bir film olmanın kıyısından döndüğü söylenebilir. Zaman zaman odağını kaybedip sağa sola savrulmasa daha başarılı bir film olacakmış. Yine de festivalin öne çıkan filmlerinden biri olduğu söylenebilir.
Dört Defa (Le Quattro Volte / The Four Times):
Dört Defa, !f İstanbul’un Keş!f bölümünün galibiydi. Bu nedenle festivalin Ankara ayağının da merakla beklenen filmleri arasındaydı. Film, yaşlı ve hasta bir çobanın hikayesi ile başlıyor. Ancak çok geçmeden filmin diğer ana karakterlerinin bir köpek, bir keçi ya da bir ağaç gibi canlılar olduğunu görüyoruz. Zaten filmde gördüğümüz insanlar da doğa ile iç içe yaşayan insanlar ve böyle bir ortamda tüm insanlar ve hayvanlar bütünleşmiş durumda. Film de bunun üzerine yoğunlaşıyor zaten ve doğumlar ve ölümler ile birlikte her şeyin bir döngü içinde olduğu doğadan bir kesit sunuyor bize.
Dört Defa kayıtsız kalınmayacak bir film ama her bünyeye göre olmadığını da söylemeli. Bazı filmler için festivaller dışında izleme şansımız yok denir ya işte öyle bir film. Hiç bir diyalog içermiyor (aslında 1-2 kelime geçiyor arada ama o da zaten çok rahat anlaşılabilecek basit kelimeler). Çok kişiye sıkıcı gelmesi için bir neden bu. Ancak filmin içine girince diyalog içerip içermediği unutuluyor bir noktadan sonra. Başarılı görüntü çalışması ile çok da uzun olmayan süresinin (88 dakika) nasıl geçtiği de anlaşılmıyor aslında.
0 Yanıt to “!f Ankara 2011 İzlenimleri – 2. Gün: Udaan, Lastik, Dönüş Treni, Sineklik, Dört Defa”