48:
Portekiz, 1926’dan 1974’e kadar faşist bir diktatörlükle yönetilmiş bir ülke. Yani tam 48 yıl. Bu belgesel filmin adı da buradan geliyor. Filmde bu dönem hapse düşen, işkence gören insanların anılarını dinliyoruz. Ancak yönetmen Susana de Sousa Dias, bunu yaparken bize konuşanların bugünkü hallerini değil zamanında siyasi polis tarafından gözaltına alınırken ya da hapiste çekilen portre fotoğraflarını gösteriyor. Bu sayede yılların, özellikle hapishane yıllarının kişileri nasıl etkilediğini sadece yüzlerine bakarak da anlamış oluyoruz aslında. İlginç bir film olmuş ancak sadece hareketsiz portre fotoğrafları görmek anlatılanların da ağırlığı ile birleşince filmin 93 dakikalık uzunluğu gerçekten fazla gelebiliyor. Doğrusu 60 dakikalık bir filmi tercih ederdim kendi adıma.
Cennet Oteli (Hotel Rai / Paradise Hotel):
Bulgaristan’da Cennet Oteli olarak anılan apartman bloklarının durumunu anlatan bu belgeselde söz konusu blokların yapıldığı günlerde düşünülenlerle bugün gelinen noktanın ne kadar farklı olduğunu gözler önüne seriliyor. 25 yıl önce Romanların yaşaması için yapılan bu bloklar gayet sağlam ve konforlu binalar olarak tasarlanmış. Günümüzde ise her an çökecekmiş gibi duran, her yanı pislik dolu yapılar haline gelmiş. Üstelik burada yaşayanların buradan kendilerini kurtarmak için çok da şansları yok. Bir kısmı zaten bu durumu kabullenmiş durumda, geri kalanı ise ne kadar çabalasa da kaderlerini değiştirip değiştiremeyecekleri meçhul. Tüm film boyunca bunlar gösterilirken bir yandan süregiden bir de düğün hazırlığı var. Bu da her şeye rağmen hayatın sürdüğünün güzel bir göstergesi olmuş.
12 Eylül:
Filmden önce gösterime ilginin çokluğu ile ilgili bir kaç şeyden bahsedelim. Genellikle belgesel film gösterimlerinin yapıldığı salonlar çok fazla dolmaz. Bir avuç seyirci olur ki onlar da zaten çoğunlukla birbirlerini az çok tanıyan tiplerdir. Bugün gösterilen diğer iki belgeselde de benzer bir durum vardı. Ama konu 12 Eylül olunca ilgi o kadar çoktu ki Alman Kültür’ün orta büyüklükteki salonu doldu taştı, insanlar kenarlara, yerlere ya da merdivenlere oturmak zorunda kaldı, önemli bir kısmı da ayakta izledi. Seyircilerin büyük bir kısmı da belli ki darbeden sonra dünyaya gelmişlerdi ama konuya ilgi duymuşlardı. Bu ilgi sevindirici gerçekten.
Gelelim filme. Günün ilk belgeseli 48 ile bu film arasında bir ortaklık vardı. Her iki filmde de dönemi yaşayanlar anılarını anlatırken görüntüde farklı şeyler görüyorduk. 48’de bu portre fotoğrafları iken, 12 Eylül filminde bu belgesele katılanların bugün yaptıkları işlerden birer kesit olmuş. Kimi bahçe ile uğraşıyor, kimi model gemi yapıyor, kimi kitap kaplıyor vs. vs. Anlatılanlar ise 12 Eylül döneminde genel olarak yaşananlardan ziyade tam da o gün yaşananlar. Kendisi de darbeyi görmeyen bir yaşta olan yönetmen Özlem Sulak soruları ile bunu ortaya çıkarmayı hedeflemiş. 11 ve 12 Eylül arasında acaba ne fark vardı? Bunu farklı görüşlerden sıradan insanların ağızlarından dinlemek önemliydi. Bir kısmı gerçekten darbenin direkt olarak etkilediği insanlardı. Bu isimler için elbette 12 Eylül çok şeyi değiştirmişti (ilk refleksin genellikle sakıncalı görülen kitapları ortadan kaldırmaya yönelik olması belki de önceki darbelerden bir alışkanlık). Ancak bir kısım insan içinse darbenin hala terörü bitiren olumlu bir hareket olarak görüldüğüne tanık olmak ilginç. O dönem çocuk olanlar içinse darbenin belki de tek anlamı okulların tatil olup olmayacağı imiş.
Belgeselin eksik tarafı sağ görüşte olan herhangi bir kişiyle konuşulmamış olmasıydı. Filmden sonraki Darbe Paneli’nin konuşmacılarından olan yönetmen Sulak’a sorulan sorulardan biri buydu. Yönetmen bu durumun farkında olduğunu ama dönemi yaşamış sağcı bulamadığını, herhalde bugün o dönemde sağ görüşte olduklarını söylemek istemediklerini belirtti. Ayrıca filme yönelik sadece anıları gösterip bıraktığı ama bir yargıda bulunmadığı yönünde bir eleştiri de vardı. Belli bir seyirci grubundan kabul de gördü bu eleştiri ama ben de kişisel olarak yönetmenin görüşüne katılıyorum. Sinemanın işi kimseye ne düşünmesi gerektiğini söylemek değil. Seyirci kendi görüşünün de ışığında elbette filmden kendi sonucunu çıkaracaktır.
Darbe Paneli:
“Darbe, Sinema, Bellek” başlığı ile düzenlenen panele ilgi 12 Eylül belgeselinden de fazlaydı. Mithat Sancar’ın moderatörlüğünde düzenlenen panele konuşmacı olarak Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve 12 Eylül belgeselinin yönetmeni Özlem Sulak katıldılar. Yaklaşık 1.5 saatini izleyebildiğim panelde dönemi yaşamış olan Önder ve Kürkçü anıları ile birlikte Türk sinemasının döneme bakışını tartıştılar. Ayrıca dünya sinemasının darbelere ve askeri yönetimlere bakışı da gündeme geldi. Sulak ise çoğunlukla kendisini 12 Eylül filmini çekmeye iten nedenlerden ve filmde yaptığı seçimlerden bahsetti.
Aziz Tony’nin Günahı (Püha Tõnu Kiusamine / The Temptation of St. Tony):
Aziz Tony’nin Günahı Estonya’nın bu yıl Oscar’a gönderdiği film olması ile dikkat çekiyor. Bir cenaze sahnesi ile açılan bu siyah-beyaz film Tony’nin iyi insanı arama çabası üzerine kurulu. Ancak daha ilk sahnesinde cenazenin yanından gürültüyle geçip giden ve kaza yapan aracın absürtlüğünden de anlaşılabileceği gibi absürt ve sürreal bir film bu. Altı bölümden oluşan bu film, görüntüleri ile dikkat çekiyor öncelikle. Zaman zaman Bunuel esintileri de taşıyan bu film (ki filmin sonunda yönetmenin Bunuel ve Pasolini’ye teşekkür ettiğini görüyoruz), kişisel olarak anlamlandırmakta zorlandığım kimi simgelerle dolu. Daha iyi yorum yapmak, hatta film hakkında doğru bir değerlendirme yapmak için birden fazla izlemek gereken filmlerden.
Atlıkarınca:
İlksen Başarır, ilk filmi Başka Dilde Aşk ile iyi bir popüler sinema örneği vererek dikkat çekmişti. Bu kez o filmde de senaryoyu birlikte yazdığı ve oyuncu olarak çalıştığı Mert Fırat ile beraber daha zorlu bir konuyu anlatmaya girişmişler. Ensest meselesi genellikle günlük hayatta gizlenen bir durum olduğu gibi üzerine film yapması da zor bir konu. Uçlara kayma, karakterleri fazlasıyla köşeli ve klişe olarak çizme riski büyük. Bu anlamda filmdeki en zor karakter Mert Fırat’ın canlandırdığı baba karakteri. Katıksız kötü, yüzüne bile bakılmayacak bir adam olarak çizilebilecek bu karakter hem senaryonun hem de Fırat’ın oyunculuğunun katkısı ile daha gerçek bir yerde duruyor. Karakter sadece iğrenç bir baba olarak çizilmiyor, psikolojik sorunları yavaş yavaş ortaya seriliyor. Ayrıca bir anlamda festivalin bu yılki temalarından “taşra” konusu ile de denk düşüyor film. Büyük şehirden gelen ve taşrada yaşamak zorunda kalan “aydın”ın kendini içinde hissettiği durum üzerine de sağlam şeyler söylüyor.
Belli bir noktaya kadar çok iyi giden Atlıkarınca, Başka Dilde Aşk’ın sorunlarından da arınmış daha eli yüzü düzgün, konusunu daha iyi toparlamış bir film izlenimi veriyordu. Ancak bir noktadan sonra sanki filmin farklı bir kurgu anlayışına ihtiyacı varmış gibi zamanda ileri geri gitmeye, seyirciyi bu anlamda zorlamaya başladı. Bunu da belli ki bir gizem oluşturmak, hikayenin bir noktasında olan bir olayın (her ne kadar bu olay festival kataloğunda açıkça yazsa da şimdi açık etmeyelim) ne şekilde gerçekleştiğini finale saklamak için yapılmış. Halbuki düz bir anlatımla karakterlerin olay öncesi sonrası durumlarına odaklanmak çok daha iyi olurmuş. Bu tip zaman oyunlarının uygun olacağı filmler var elbette ama bu film onlardan değil kanımca.
web siteniz çok güzel başarılarılarınızın devamını dilerim.