Cinnet (Bicho de Sete Cabeças / Brainstorm):
Gençlik biraz çılgın, biraz asi olur. Sıradan bir gençten daha fazla çılgın ya da asi olmayan bir genç Neto. Arada ailesine karşı çıkıyor, onların onaylamadığı hareketler yapıyor ama hangi genç yapmaz ki. Ancak özellikle babası ona öyle bir muamele yapıyor ki sanki dünyanın en kötü oğlu o. Bir gün Neto’nun cebinde esrar bulması ise babası açısından bardağı taşıran son nokta oluyor, hiç sormaya soruşturmaya gerek duymadan onun bağımlı olduğuna karar veriyor (ki aslında Neto ara sıra esrar içse de bağımlı olmaktan çok uzak ve muhtemelen oturulup kendisiyle ciddi bir konuşma yapılırsa vazgeçmeye de meyilli bir noktada). Bunun sonunda da bağımlılığından kurtulması için onu zorla akıl hastanesi kapattırıyor. Burada da Neto’nun sağlıklı olup olmadığına hiç bakılmadan tedaviye başlanıyor ve görüyoruz ki tedavi adına yapılanlar gerçekten hasta olanlara bile reva görülecek davranışlar değil. Sağlıklı bir insanı ise gerçekten çıldırtabilecek hareketler.
Yukardaki gibi başlayıp bizi Neto’nun akıl hastanesindeki yıllarına götüren Cinnet, bu olayları gerçekten yaşayıp sonradan bu yılları kitap haline getiren ve o yıldan beri Brezilya’daki akıl hastanelerinin işleyişine savaş açan Austregésilo Carrano’nun kitabından uyarlanmış bir film. Festivalin en çok ödül alan ve beklentilerin yüksek olduğu filmlerden biriydi. Kötü bir film değil, hatta gayet de etkili bir film ama gerçek bir olay olması da en büyük özelliği aslında. Yönetmen de zaman zaman belgesele varan üslubu ile bu gerçekliğe vurgu yapıyor. Ama ortada bu türe ait One Flew Over the Cuckoo’s Nest gibi bir başyapıt olunca bu film o kadar da iz bırakmıyor doğrusu.
Mary ve Max (Mary and Max):
Mary, Avustralyalı 8 yaşında bir kız, Max ise New York’lu 44 yaşında bir adam. Her ikisi de kendine güvensiz ve kendilerine arkadaş arıyorlar. Her ikisin de o güne kadar karşı cinsle bir ilişkisi olmamış (8 yaşındaki bir kız çocuğu için normal tabii). Aynı televizyon programlarından hoşlanıyorlar, her ikisi de çikolatayı çok seviyor. Bu iki benzer karakter bir tesadüf eseri mektup arkadaşlığı yapmaya başlıyorlar ve birbirini görmeden süren bu arkadaşlık 20 yıla yayılıyor.
Gerçek bir hikayeden alınmış bu film kanlı canlı oyuncularla çekilmiş olsa duygu sömürüsüne kayan, özellikle adamın psikolojik sorunları nedeniyle gayet boğucu bir film olabilirmiş. Ama yönetmen Adam Elliot’ın elinde ortaya şahane bir stop-motion animasyon çıkmış. Filmin karanlık ve depresif bir tarafı da var belki ama bir o kadar da eğlenceli ve komik. Ayrıntılara verilen önem çok fazla. Hemen her sahnede arka plana baktığınızda ince detaylar yakalamak mümkün. Ayrıca filmde kısa sayılabilecek rolleri olan yan karakterler de son derece başarılı bir şekilde çizlmiş. Sonda duygusallığa biraz fazla prim verildiği söylenebilir ama hikayenin geldiği nokta bu gerektiriyor zaten. Ayrıca film gerçek oyuncularda çekilseydi de muhtemelen Max rolünde şahane bir performans çıkartacak olan Philip Seymour Hoffman’ın seslendirmesi de birinci sınıf.
Festivalin sonlarına yaklaştığımıza göre, klasikleri bir yana bırakırsak, festivalin en iyi filmlerinden biri diyebilirim Mary ve Max için. 2009’un en iyi animasyonları arasında adının pek fazla geçmiş olmaması ilginç. Belki de mütavazi bir Avustralya filmi olmasından dolayı böyle. Ama animasyon sevenlere kesinlikle tavsiye edebileceğim bir film.
Fedai (Yojimbo):
Yojimbo için de demeli, ne övgüler düzmeli bilmiyorum. Defalarca izlediğim, kimi sahnelerini ezbere bildiğim bu filmi bir kez de sinema perdesinde izlemek için büyük heyecan duyduğumu, film bittikten sonra ilk izlediğim zamanki keyfi aldığımı söylesem yeter herhalde (filmdeki şahane planlara güzel bir örnek yukarda yer alıyor). Bu yıl 100. doğum yıldönümünü kutladığımız Akira Kurosawa için de bu cümleleri kurduğum Yojimbo kadar iyi hatta daha da iyi en az 10 filmini sayabilirim diyebilirim herhalde (bu arada üstadın doğum günü tam da 5 gün sonra, 23 Mart’da).
Konusunu bilmeyenler için Yojimbo’nun bir Japon westerni olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız bir samuray iki çete arasında kalmış ve sürekli bir çatışma halinde olan bir kasabaya gelir ve her iki tarafa da eşit uzaklıkta durarak kendisini yapılacak teklifi beklemeye başlar. Ama aslında başka planları vardır. Bu özetiyle basit bir western izlenimi veriyor Yojimbo. Zaten western olmasa da bir dedektiflik romanı uyarlaması. Dashiell Hammett’ın Red Harvest romanından uyarlama (Kurosawa’nın batılı kaynaklardan yaptığı uyarlamaları Japon kültürü içine ne kadar iyi adapte edebildiğini biliyoruz, bu film de şaşırtmıyor zaten). İşin ilginci sonradan iş tersine dönüyor ve direk Yojimbo’dan uyarlanan filmler çıkıyor ortaya. Herhalde A Fistful of Dollars bunların en ünlüsü. Last Man Standing ve Django filmlerini rahatlıkla bu filmler arasına alabiliriz. Filmin etkilediği yönetmenler arasında George Lucas ya da David Lych gibi isimlerin de olduğu rahatlıkla görülebiliyor.
Festivalde başka gösterimi yok ama hele ki hiç izlemeyen var piyasada orijinal DVD’si de varken (hatta daha iyisi imkan varsa Criterion’un Blu-Ray’i varken) mutlaka alınıp izlenmesi gereken bir film olduğunu söylemeli. Bir kere izleyen zaten arşivine katmak isteyecektir.
Altın Çağdan Öyküler (Amintiri Din Epoca de Aur / Tales from the Golden Age):
5 genç Romen yönetmen, Çavuşesku döneminden 6 hikaye anlatıyorlar (farklı kaynaklarda 4 ya da 5 hikaye olarak da geçiyor, zaten biz de 4 filmlik bir setin arkasından 2 filmlik başka bir set izledik. Sanırım farklı festivallerde farklı kopyalar oynamış). Bu yönetmenlerin en tanınmış olanı 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün ile dünya çağında tanınmış bir isme dönüşen Cristian Mungiu. Zaten filmlerin hepsinin senaryosu da onun elinden çıkma.
Her biri hemen hemen yarım saat süren hikayelerde döneme eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşılırken genellikle mizahi bir ton tutturulmuş. Bu mizah, resmi ziyaret ya da fotoğrafçı gibi hikayelerde biraz daha ön planda iken bazı hikayelerde de biraz daha arka planda kalmış. Özellikle resmi ziyaret ile ilgili hikaye bir miktar bizim Selamsız Bandosu’nu hatırlatıyor. Aslında tüm hikayeler belli bir düzeyin üzerinde ama hiçbiri de o vurucu etkiyi yapamıyor. Bence en iyisi ve bir uzun metraja dönüşebilecek karakter dinamiklerini taşıyan film, evlerden önce kirli su örnekleri toplayan sonra da işi abartıp evin her odasından hava örneği tooplamaya başlayan iki gencin hikayesinin anlatıldığı öykü idi.
Sonuç olarak izlenmeye değer ama çok da fazla bir şey ummanın yanlış olacağı, aynı dönem üzerine eğlenceli bir kısa film derlemesi diyebiliriz bu film için.
0 Yanıt to “Ankara Film Festivali 2010 İzlenimleri – 7.Gün: Cinnet, Mary ve Max, Fedai, Altın Çağdan Öyküler”