Kısa Sınır Tanımaz 2:
Festivalin kısa film seçkilerinden biri daha. Bu seçkide 7 adet film vardı ve çoğunlukla sevdiğim filmlerden oluşan bir seçkiydi. Yine özellikle benim için öne çıkan filmleri sıralamam gerekirse:
Kanaryası ile beraber yaşayan bir adamın küçük dostu öldükten sonra onun serbestçe uçabilmesini sağlamak için yaptıklarını anlatan Özgürce Uç (Freiflug / Fly Freely), bir sabah kendisini ziyaret eden bir meleğin gün içinde öleceğini söylemesi üzerine bundan kurtulmak için neler yapabileceğini düşünen bir adamı anlatan ve kader kavramını sorgulayan I.S. Bulkin’in Son Günü (The Last Day of Bulkin I.S.) ve bir kadın ve bir erkeğin sahildeki birlikteliklerini diyalogsuz ve çok başarılı siyah/beyaz görüntülerle anlatan deneysele yakın bir kısa film olarak Ona, seçkinin öne çıkan filmleriydi. Korku türünde fena sayılmayacak bir kısa film olarak Beraber (Together) ve sonu daha iyi bağlansa kadın erkek ilişkileri üzerine çok iyi bir film olacakken kıyıdan dönmüş olan Mary’nin Banyo Kampı (Mary’s Bathroom Camp) filmlerinin de adını anmak gerek.
Özel Tim (Tropa de Elite / Elite Squad):
Özel Tim ülkemizde vizyona da girmiş ama Ankara’ya uğramamış bir filmdi. Muhtemelen sadece İstanbul’da kalan filmlerden biri oldu. Festival vesile oldu da 2008 yılında Berlin’de Altın Ayı alan bu filmi izlemiş olduk. Ancak filmin savunduğu fikirler nedeniyle sonuç hayal kırıklığı oldu benim için.
Aslında fena başlamamıştı film. Brezilya’daki yozlaşmış polis gücüne karşılık temiz kalmayı başarabilmiş bir diğer grup polisin oluşturduğu BOPE adındaki özel timi anlatıyordu film. Filmin temel izleği, Papa’nın Brezilya ziyareti öncesi bu özel timin sokakları temizleme çabası ve bu timin tepesinde yer alan isimlerden birinin ailesinde yaşadığı sorunlar nedeniyle artık görevini bırakmak istemesi ve yerine pisliğe bulaşmamış genç bir polis arama çabası üzerinden gidiyordu. Başlarda hem bu iyi polis-kötü polis çatışması hem de Brezilya’nın arka sokakları başarılı bir şekilde verilmişti. Buralarda bile anlatıcı dış sesin konuşmalarında filmin şiddet övgüsü hissediliyordu. Ama özellikle time girmek isteyen gençlerin eğitimi ve sonrasında gelen sahnelerde polisin kullandığı şiddet, işkence ve hatta kıyım giderek daha olumlu gösterilmeye hatta kutsanmaya başlandı.
Filmin Tanrıkent’i (Cidade de Deus / City of God) anımsatan görsel yapısına bir itirazım yok ama (ki burada bu yapının giderek Hollywood sinemasına yaklaştırıldığı söylenebilir) arkasındaki fikri tasvip edemiyorum.
Bu filmin Berlin’de en iyi film ödülünü alması, hem de rakipleri arasında There Will Be Blood gibi bir film varken bu ödülü alması, üstelik bu ödülü veren jürinin başında Costa-Gavras’ın olması ilginç. Zamanında Z gibi bir filmi çeken Gavras’ın polis şiddetini meşru gösteren böyle bir filmi desteklememesi gerekirdi.
Son olarak IMDB’ye göre filmin yönetmeni José Padilha, bu filmin devamını çekiyormuş bu aralar. Sırada da Hollywood’da bir video oyunu uyarlaması varmış. Filmi biraz geç izlemek yönetmeni de daha iyi tanımamıza neden oldu demek ki.
Kızıl Ordu (Jitsuroku rengô sekigun: Asama sansô e no michi / United Red Army):
Filmle ilgili söylenebilecek ilk şey çok uzun olduğu. Gitmeden önce de 190 dakikalık süresi ürkütüyordu zaten. Salonun yarısının, belki de yarısından çoğunun bu uzunluğa dayanamayıp terkettiği gösterim sonrası kötü değil ama niye bu kadar uzun şekilde bir düşünceyle salondan ayrıldım.
Daha filmin başındaki giriş diyebileceğimiz bölümde, 1960’ların sonunda Japonya’da öğrenci hareketleri ile başlayan ve yandaş toplayan sosyalist hareketin güçlenmesi zamanla fraksiyonlara ayrılması ve Birleşik Kızıl Ordu fraksiyonunun kurulmasının anlatımı bile yaklaşık yarım saat, belki de daha uzun sürüyor. Bu bölümde gerçek arşiv görüntüleri ile birlikte aralarda sonradan filmimizin karakterleri olacak tipleri kısa kısa tanıyoruz. Ancak bu tanıma sahneleri bazen o kadar kısa kalıyor ki en azından kendi adıma uzunca bir süre kimin kim olduğunu takip etmekte güçlük çektim. Ancak belli ki yönetmen Kôji Wakamatsu’nun bu kadar uzun bir filmde karakterleri bize yeterince tanıtmıyor olması filmi bir ya da bir kaç karakter üzerinden ilerleyen bir hale sokmak istememesi, seyircinin de herhangi bir karakterle yakınlık kurmasını tercih etmemesi nedeniyle. Zamanla takip ettiğimiz gruptan insanlar çeşitli nedenlerle ölmeye başlayınca kalanlar filmin ana karakterlerine dönüşüyor ister istemez ama o noktaya gelene kadar bu karakterler öyle şeyler yapıyorlar ki zaten artık seyircinin seveceği karakterler olmaları mümkün olmuyor.
Filmin giriş kısmında bile genel olarak sol görüşte önemli bir rol tutan kendini sorgulama ve özeleştiri sürecinin ne kadar vahşi olabileceğini görüyoruz. Arşiv görüntülerinin bir kenara bırakılıp tamamen kurmacaya geçilen ikinci kısımda ise bir dağ kampında eğitim yapan Birleşik Kızıl Ordu fraksiyonunun bitmek tükenmek bilmeyen özeleştiri seanslarına tanıklık ediyoruz. Bu özeleştiri seansları üyelerin geçmiş eylemlerde yaptığı hataları sorgulamaları ile başlasa da giderek aralarından bir genç kızın güzel görünmek için makyaj yapması ile sosyalist teoriye karşı çıkması ya da şehre inen bir grubun orada hamama giderek burjuvazinin adetlerini benimsemesine doğru evriliyor. Bu özeleştiri seanslarının vahşi olduğundan bahsetmiştim. Şöyle ki, bu seanslarda özeleştiri yapana fiziksel şiddet uygulanıyor ve hatta kendi kendisini dövmesi söyleniyor. Bunun sonucunda o dağ evindeki ekipten büyük kısmı arkadaşları tarafından dövüle dövüle öldürülüyor. Hamile olan bir kız da bunlara dahil.
Bu kısım o da sert ve uzun ki defalarca izlenen özeleştiri seansları bir noktadan sonra tahammül edilmez bir hal alıyor. Filmin süresinden dolayı bu sahnelerin devam ederken bir ara verildi. Pek çok kişinin pes ederek gittiği bu arada salonda kalanlar da özeleştiri kavramı üzerine bolca konuştular ve espriler yaptılar. Mesela ben de bu sahneleri bu kadar uzun tuttuğu için yönetmenin bir özeleştiri yapıp yapmadığını merak ettim.
Bu sahnelerden sonra filmin son büyük sekansı başlıyor. Burada dağ kampından sağ kalan bir grubun polislerden kaçması ve bir başka dağ evine sığınmaları ve burada polislerle 10 gün sürücek olan çatışmalarına şahit oluyoruz. Aslında bu süreyi vurgulamak adına bu sahneler de oldukça uzun tutulmuş. Normalde rahatsız edecek uzunlukta değil ama o noktada kalanların ya öleceklerini ya da tutuklanacaklarını bildiğimiz için filmin bir an önce bitmesi isteği oluşuyor seyircide.
Filmin en sonunda da Birleşik Kızıl Ordu’dan sağ kalan üyelerin 1970’ler sonrası neler yaptıkları yazılarla gösteriliyor. Üst kademedeki üyeleri 2000’lere kadar kimi eylemlere devam ediyorlar.
Kızıl Ordu gerçekten etkili bir film ama bir kaç defa dediğim gibi gereksiz yere uzun. Yönetmenin dönenme yaklaşımı da o dönemin gençlerinin bir fikre körü körüne bağlı oldukları yönünde. Özeleştiri sekanslarında filmin fena halde anti-sosyalist bir prodaganda yaptığını düşünmek mümkün ama sondaki çatışma sahnelerinde yönetmen gençlere daha onların yanında bir bakış atıyor. Filmi izledikten sonra öğrendiğim ilginç bir not. Yönetmen Wakamatsu, o yıllarda Birleşik Kızıl Ordu’nun içinde yer alan bir isimmiş. Hatta kimi terör olayları ile ilintisi tesbit edildiği için Amerika’ya girişi halen yasakmış. Zaten gerçek olaylardan alındığı söylenen film, aynı zamanda yönetmenin kendi deneyimlerinden de izler taşıyor olmalı.
teşekkür ederim bilgi için