Ben Küba (Soy Cuba / I Am Cuba):
Öncelikle daha önce duymadığım bu filmi izlememe vesile oldukları için hem !f’e hem de Altyazı’ya teşekkürler peşin peşin. 1964’ten gelen bu film esas olarak bir prodaganda filmi belki ama çok başarılı bir film. Film Küba devrimi zamanlarından 4 farklı hikayeyi anlatıyor. Bu hikayeler halkın arasından sıradan kişilerin yaşadıklarını göstererek devrime giden yolu anlatıyor bir anlamda. Filmin esas etkileyici yanı ise son derece başarılı kamera kullanımı ve görsel yapısı. Filmde bolca kesintisiz kamera hareketlerinden oluşan sahne var. Ama bu hareketler çoğunlukla gördüğümüz gibi ağır hareketler değil. Bir cenaze sahnesinde son derece ağır olabilirken, bir gece klübü sahnesinde kamerayı zapdedemiyorsunuz adeta. Film o kadar çok görkemli sahne içermekte ki hangi birini saymalı bilmiyorum. Daha filmin başındaki otelin tepesinden bir havuzun dibine inen kamera zaten hemen tavlıyor insanı. Buna benzer pek çok sahne var zaten. Filme tek itirazım bazı oyunculukların son derece kötü olması, özellikle ilk öyküdeki Amerikalı tipler. Ama bu kusur da filmin bütünü içinde yitip gidiyor. Mutlaka izlenmesi gereken bir film.
Metropia:
Sene 2024. Tüm Avrupa çok hızlı bir metro ağı ile birbirine bağlanmış ve yukarıda herhangi bir ulaşım aracı yok. Bisiklet bile yasak. Her şey büyük şirketlerin kontrolü altında. Ama insanlar bugünkünden çok farklı yaşamıyor. Çoğunun sevmediği bir işi, sıkıldığı bir yaşamı var. Böyle bir dünyada hikayemizin kahramanı Roger ile tanışıyoruz. Roger günün birinde kafasının içinde bir ses duymaya başlıyor. Bu ses ona ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini söyleyip duruyor ve olaylar gelişiyor.
Doğrusu Metropia çok seveceğimi düşündüğüm bir filmdi. Bu tip disütopya hikayelerini severim, animasyonla birleşimleri de gayet başarılı olur. Ancak özellikle hikaye ilerleyip de basit bir komplo olayına döndükçe filme olan ilgimi kaybettiğimi söyleyebilirim. Yine de türü sevenlerin bir denemesi gerek.
Maymun (Apan / The Ape):
Bir adam uyandığında üstünü başını kan içinde buluyor ama bunun nasıl olduğunu hatırlamıyor. Bizim de seyirci olarak bir fikrimiz yok. Adam temizlendikten sonra günlük işlerini yapmaya başlıyor, işe gidiyor, spora gidiyor, annesi ile konuşuyor vs. vs. Biz de çoğunlukla bu rutin ve sıkıcı işleri izliyoruz. Hiç beklemediğimiz bir anda sabahki kanın esrarı hafiften çözülüyor ama bu adamın rutin hayatında çok bir değişiklik yaratmıyor ilk anda, en azından görünüşte.
Maymun gerçekten izlemesi zor bir film. Tüm film boyunca baş karakterimiz Krister’in olmadığı tek bir sahne yok ve bu sahnelerin büyük çoğunluğunda adamın başının sol arkasından bir açı ile onu takip ediyoruz çoğunlukla. Bu nedenle başrol oyuncusu Olle Sarri’nin performansı çok kritik. Neyse ki gayet başarılı bir oyun çıkarmış da film izlenebilir bir hal alıyor. Yoksa tam bir çile olabilirdi. Yine de filmin 81 dakikalık süresinin bile fazla olduğunu söylenebilir. Diyelim ki 50-60 dakikada toparlansa çok daha iyi olabilirmiş.
Kemik Adam (Der Knochenmann / The Bone Man):
Kemik Adam aslında eski polis memuru Brenner’in hikayelerinin konu ediliği bir film serisinin 3. filmi (aynı zamanda roman uyarlaması bu filmler). Dördüncü film de yolda. Diğer filmleri izlemedik ama görünen o ki filmin hikayesini anlamak için diğer filmleri izlemek şart değil, belirgin bir hikaye devamlılığı yok. Sanki bir polisiye dizinin yeni bir bölümü gibi. Belki diğer filmleri seyretmeyenlerin anlamadığı ufak ayrıntılar ve göndermeler vardır o kadar.
Brenner filmde bir haciz memuru olarak görev yaparken bir arabaya el koymak üzere bir dağ köyüne gidiyor ve oradaki gizemli ama bir yandan da tuhaf ve komik olayların içine düşüyor. Festival katoloğunda da filmin İnternet’teki eleştirilerinde de Coen kardeşlerin ismi geçiyor genellikle. Gerçekten de Kemik Adam, Coen filmlerini andırıyor, en yakın akrabalığı da Fargo ile. Birbirinden tuhaf ama günlük yaşamdan karakterler, zaman zaman oldukça kanlı noktalara giden bir hikaye ama sürekli kendini hissettiren bir mizah hatta zaman zaman o vahşetin içinden gelen bir mizah ve karlar içinde bir mekan. Sonuçta bir Fargo kadar iyi bir film değil belki ama pek çok açıdan başarılı bir film. İlerki festivallerde serinin diğer filmlerini de izleme fırsatımız olur belki.
El Yordamıyla (Easier With Practice):
İşte tam bir Amerikan bağımsız filmi. Düşük bir bütçe, kısıtlı bir kadro, pek tanınmamış oyuncular ama hayatın içinden bir hikaye (ki filmin sonunda yazdığına göre gerçekten yazarın başına gelmiş bir hikaye imiş temel alınan). Hikaye yeni kitabını tanıtmak için Amerikayı dolaşan Davy ve ona eşlik eden abisinin başından geçiyor. Küçük kitapçılarda okuma seansları düzenlerken, akşamları da ucuz motellerde kalıyor bu ikili. Bir gece Davy telefonu açıyor ve karşısında iç gıcıklayıcı bir kadın sesi onunla telefonda seks yapmak istiyor. Zamanla birbirlerini görmeden ilişkileri ilerliyor.
Bu tip bir film için önemli olan doğallığı oyuncuların tümü yakalayabilmiş. Hikaye de çoğunlukla sağlam bir şekilde akıyor. Gerçekçi olmadığı ile ilgili olarak filmin sonu ile ilgili bir itiraz noktası olabilir ama onu da burada açık etmeden hayatta her şey mümkün diyelim. Benim ufak itirazım ise film ile değil çeviri ile ilgili. Filmin bir kaç telefon seksi bölümünde yakası açılmadık laflar ediliyor orijinalinde. Ama çeviride bunlar biraz yumuşatılmış. Mesela, öyle bir konuşma esnasında “pipi” demek tahrik edici olmaktan ziyade komik olur herhalde. Madem televizyona çeviri yapılmıyor, biraz argodan kaçmamak lazımmış.
Ölükız (Deadgirl):
İki genç okuldan kaçıp terkedilmiş bir hastanede dolaşırken bir odada yatağa zincirlerle bağlanmış çırılçıplak bir kız bulurlar. Biri kızı çözüp kurtarmak isterken hormonları fena halde çalışmakta ve bedeninde kan beyninden başka yerlere pompalanmakta olan diğerinin aklında bambaşka şeyler vardır. Bir süre sonra farkederler ki kız ne olursa olsun ölmemektedir.
Ölükız filminin hikayesi kabaca bu. Festivalin nöbetçi sinema kuşağında gösterilen bu filmin aslında çok korkunç olduğu söylenemez. Daha çok iğrenç bazı sahneleri var. Ama asıl yapmaya çalıştığı şey bir korku filmi hikayesine gençlik sorunlarını yedirmek. Hayatta hiç bir başarısı olmayan ve olamayacak gibi gözüken bazı gençlerin hakimiyet kendilerine geçtiğinde neler yapabileceği, çocukluklarında arkadaş olsalar da büyüyüp güzelleştiğinde eski arkadaşlarına yüz vermeyip okulun yakışıklı oğlanlarıyla gezen kızlar hikayenin önemli unsurları. Filmin amaçladığını kısmen başardığı söylenebilir ama özellikle kimi kötü oyunculuklar ve senaryodaki açıklar filme zarar veriyor. Başka bir kadronun elinde daha başarılı olabilecek, şu haliyle orta karar bir film sonuç olarak.
0 Yanıt to “!f Ankara 2010 İzlenimleri – 2. Gün: Ben Küba, Metropia, Maymun, Kemik Adam, El Yordamıyla, Ölükız”